Hepimiz biliyoruz, Hatay İli denilince akla sadece Antakya ve Samandağ turistik durakları gelir. Yeşilçam filmlerinde, belgesellerde ve hatta kartpostallarda en çok yansıyan bölgeler yine adı geçen alanlardır. Fakat takvimlerimiz artık 2023 yılını gösteriyor; teknolojinin gelişmesi ve ulaşılabilirliğin artması turizmi bambaşka noktaları taşıdı. Fakat biz hala içimizdeki küçük hesapları bitiremediğimiz ve mikro milliyetçilik yaptığımız için ‘olmayan sorunların’ kavgasını gütmekle meşgulüz.
Son yıllarda Altınözü ve Erzin ilçesinin atılım ve gelişmeleri bu konudaki hizmetleri hayranlık uyandırıyor, yine Kırıkhan ilçesinin (hemen hemen hiç turist çekmese de) kültürel mirasları kazanıma dönüştürmesi takdire şayan. Ama biz konuya genel bir bakış getiremiyoruz, hizmeti ve yatırımı bütün ilçeler eşit miktarda alamıyor ve bu haksız bir rekabet doğuruyor. Bu tatlı rekabetin bütün ilçeler tarafından sindirilmesi, bir ilçenin gelişiminin diğerine katkı sağlayacağı gerçeğinin görülmesi ve samimi bir şekilde; ‘şehrin sadece bir ilçesinde turist geliyor’ yanılgısından kurtulmamız gerekiyor.
Yatırım, tanıtım ve dayanışma olmadan önümüzdeki ve bölgemizdeki turizm potansiyelini katlayarak sürdüren Gaziantep örneği ile rekabet etmemiz mümkün görünmüyor. Bunun en büyük engeli ise ilçelerin kendisini sadece tek bir gelir kapısı ile tanımlayıp, ne yazık ki turizmin gücünü anlayamamış olmalarıdır. Turizm sizin yakından tanınmanızı sağlar, kente bir yabancı geldiğinde Kırıkhan’ın kavununu ve havucunu, Hassa’nın üzümünü, İskenderun’un sanayisini, Erzin’in portakalını görmüş olur. En büyük yanılgılardan birisinin ise ‘turizme yatırım yapıyoruz’ diyerek otel açma projeleri. Yatırım arkeolojik kazıya, restorasyona, tanıtım ve organizasyona yapılır. Turist kente gelmeden, sanki akın varmış gibi yapılan yatırımları hangi planlama doğrultusunda yapılıyor inanın ben anlamıyorum. Son değinmek istediğim konu ise son yıllarda yaygınlaşan ‘ters ev ve asma köprü’ projeleri. Bu projeler oldukça kısa bir dönem için yapılan ve ekseriyetle küçük çapta bir etki alanına sahip ayrıca sürdürülebilirlikten bir hayli uzak yatırımlardır. Siz sadece bir kazıya yatırım yaparak Neşe mozaiğini veya Şuppiluliuma bulursunuz, öyle kısa sürede sembol haline gelir ki inanamazsınız.
Sorun nedir ?
Konumu gereği transit bir geçiş noktası olmayan Hatay için bir turizm planı elzemdir. Turizm alanı ülkemizde (ve kentimizde) yetkin hocalarımız ve çalışmalarıyla akademik derinliği çoktan kazanmıştır. Biz biliyoruz ki bir kentte bir çalışma yapılacaksa en başta işin ehline soru sormak ve sorunun merkezine odaklanmak gerekir. Bir çok çalışmada yer aldığı üzere ; bir kentin ilgi çekmesi için “çekicilikler, ulaşılabilirlik ve olanaklar” noktalarına önem vermek ve bir ‘mekan algısı’ yaratmak gerekmektedir. İskenderun’u ziyaret eden bir kimsenin aklında kalan tek konu ‘döner’ olamaz, olmamalı.
Kentin bugün turizm alanında kalbinin attığı 4 ana nokta bulunuyor:
Hatay Arkeoloji Müzesi
St. Pierre Kilisesi ve Necmi Asfuroğlu Arkeloji Müzesi
Eski Antakya ve Uzunçarşı
Titus Tünelleri ve Samandağ
Biz burada şunu görüyoruz, bir turist Hatay sınırlarına giriyor, Erzin’de yer alan harika Epiphaneia kentini ve Kinet Höyüğü geçiyor, Payas Kalesini ve Cin Kuleyi geçiyor, İskenderun’da belki durup sahile uğrayıp döner atıştırıp tekrar yola çıkıyor. Henüz turizm yolu bitmediği için; Arsuz’a uğramadan (Bakras Kalesi ve Bütün Amik Ovasında ilçeleri) Belen’in potansiyeli de es geçilerek, Antakya’ya gelip yerleşiyor. Şehir merkezini gezdikten sonra Samandağ turu yapılıp tekrar aynı istikametten Hatay terk ediliyor. Bu, maalesef yatırım ve planlamanın ne kadar kötü olduğunun bir belgesidir.
Her alanda olduğu gibi bütün bu işleri yapabilmek için şehrimizin BÜTÜN paydaşlarının bir araya gelmesi gerekmektedir. Bir turizm makro planı yapmak, iki üniversitesi olan bir şehir için çok kolay olsa gerek. Bir medeniyetler şehri-inanç özgürlüğü şehri olduğumuzdan bahsediyoruz, fakat diğer ilçelerde biz bu durumu ne kadar sunabiliyoruz? İnanç turizminden bahsedeceksek; sadece Antakya’da bir kilise çanı önünde fotoğraf çekmek ile bunun sürdürülemeyeceği kesin. İskenderun’da yer alan ibadethaneler neden turizme açılmasın ? Antakya’da var olan güzel örnekler neden İskenderun’da uygulanmasın, özellikle Fransız Mezarlığı konusunda bir telefonla halledilebilecek bir mesele olduğunu düşünüyorum kaldı ki şehir dışından gelen insanların ve araştırmacıların dikkatini çekeceği kesin, çünkü emsali gerçekten az bulunur bir kültürel miras.
St. George Kilisesi: İçerisinde harika eserler bulunan, antik dönemden günümüze çevresi nekropol alanı olarak kullanılmış bir kilise.
Süryani Katoluk Kilisesi: Hemen yanı başında bulunan Rum Ortodoks Kilisesi ile harika bir ziyaret mekanı.
Ortodoks Kilisesi: İçinde harika ikonlar, dış bahçesinde ise muazzam lahitler yer alıyor.
Latin Katolik Kilisesi: İskenderun’un kadim yıllarından kalma ve harika bir mimariye sahip kilise tarihi Mithat Paşa Okuluna komşudur.
Ermeni Karasun Manuk Kilisesi: Yine tarihi oldukça eski bir döneme dayanan bu küçük kilise içerisinde kutsal bir lahit bulunmakta.
Fransız Askeri Mezarlığı: Dünyada oldukça az bulunan, ülkemizde ise bir elin parmaklarını geçmeyecek bir mezarlık bulunuyor. İçerisinde hem hıristiyan hem de müslüman Fransız askerler yatıyor. Kentimizin kurtuluş mücadelesinin yanında halen gayet tertip ve düzen içerisinde böyle bir mezarlığın bulunması hem tarihimiz hem de turizmimiz için çok kıymetli.
İskenderun için geç kalmış projeler:
Yakın zamanda İskenderun Arkeoloji Müzesi’nin kurulacağı haberini almıştık, çalışmalar Valimiz Rahmi DOĞAN’ın öncülüğünde oldukça hızlı ilerliyor. Yine geçtiğimiz haftalarda İskenderun Teknik Üniversitesi’nin bir ‘Su altı müzesi’ kurma fikrinin haberleştiğini gördük bu da harika bir haber. Fakat biz ne sergileyeceğiz ? Tabi ki şehrin kadim bir tarihi var, tabi ki şehrin dört bir yanında eserler dağılmış durumda(daha önce paylaşmıştım) fakat bir kentte öncü bir kazı olmadan müze açıyoruz: İskenderun Kalesi, Sarıseki Kalesi ve Arkeopark olacağını duyurduğumuz Zeytin Yağı Tesisi halen olduğu gibi duruyor, geçtiğimiz sene küçük bir kazı yapıldı fakat etrafını koruma altına bile alabilmiş değiliz. Kazı yapılacak, araştırma yapılacak ki bu müzelerin envanteri büyüyecek, ilgi çekecek ve haliyle şehri katkı yapacak.
Antik Zeytinyağı Tesisi: Geçtiğimiz yıl müzemiz tarafından ilgi gösterildi ve kazı yapıldı fakat bir sponsor ile desteklenip geniş çaplı bir kazı yapılmaması çok büyük bir kayıptır. Şehrin zeytinyağı işçiliği konusunda yapılacak reklamlarla İskenderun’a yeni bir yüz katabiliriz. Neden bir zeytinyağı yatırımcısı buraya sponsor olmasın ?
Sarıseki Kalesi: Dört başı mamur, kitabesi, burçları harika memlük dönemi mescidi ile ayakta durmaya çalışan kale cahil define avcılarının talanına emanet durumda. Kale sadece birkaç aylık çalışmayla ziyarete açılabilecekken sırtımızı dönmüş durumdayız. Hem bir destinasyon olmak için harika bir konumda, hem yolu var, hem de yine başka bir tarihi eserin (Yunus Sütunu) hemen yanı başında. İskenderun e5 karayoluna sadece 1 dakika uzaklıkta. Biz ise burası Askeri bir bölge olarak boşaltıldığı için hiçbir şey yapmıyoruz. Koca bir çam ormanının içinde öksüz bir çocuk gibi bizden ilgi bekliyor. (Yunus Sütunu ve Sarıseki Kalesi yazılarım için internet sitemi inceleyebilirsiniz)
İskenderun Nekropolleri: Büyük İskender’in komutanlarından birisine kentin tepelerinde bir mezar inşa edildiğini Refik KİREÇÇİ’den okumuştuk. Bugün şehrimizin yanı başında hem mağara oda mezarları hem de kaya mezarları mevcut. Bunlar yine mesire alanlarının dibinde, yani çok kolay bir şekilde bu alanlar mesire alanı kapsamına alınıp bir güvenlik görevlisi ve bir tel-çit ile korunabilirken ballicililerin tinercilerin meskeni olmuş durumda. Kaçak kazılarla 3-4 metre derinliğe ulaşılmış bile. En acısı ise bu bölgelerin Osmanlı arşivlerinde bulunan kazı izinleri, evet yanlış duymadınız 100 yıl önce kazılmış, içlerinde ayin törenlerine ait eşyalar bulunmuş bu mezarlar bugün toprak dolgusu ile dolmuş, defineciler ve tinercilere bırakılmış durumda.
bsh
Yukarıda önerdiğim turizm rotası için sadece İskenderun’un değil bütün ilçelerimizin atılım yapması gerekiyor. Erzin Epipheina kenti için bir müze kurulmalı ve ilk durağımız burası olmalı. Payas’ın kültürel mirasları konusunda diyeceğimiz yok fakat bu güzergah üzerinde tanıtım ve organizasyonu konusunda girişimleri bulunmalı. İskenderun müzelerini tamamladıktan sonra Hatay’ın ikinci turizm merkezi olacağı kesin, Arsuz için yakında kazıların tamamlanacağı kilise alanı harika bir açık hava müzesi olabilir. Ve en önemlisi ise buradan sonra başlıyor, geçtiğimiz senelerde açılan Arsuz-Samandağ yolunun artık ‘bir zahmet’ bitirilmesi şart. Bu güzergah şehrin geleceği anlamına geliyor ve bu konuda artık günübirlik basit planlar bırakılıp şehrin geleceği düşünülerek çözülmesi gerekiyor. İlerleyen yıllarda umarım şehrimizin -yukarıda belirttiğim gibi- bütün paydaşları bir masada oturabilir, nacizane yazdığım bu tavsiyelere kulak verebilir.
Antik dönemde bir çok kaynakta dönemin dünyası için Antakya’nın gelişmiş bir şehir olduğunu biliyoruz. Bu sebeple ünlü tarihçi Ammianus Marcellinus ‘Doğunun Kraliçesi’ benzetmesi yapmıştır. Kadim kaynaklardan yola çıkılarak yapılan Antakya şehir planlarında, anfi tiyatrolardan kamu yapılarına, hamamlardan villalara, hipodromlardan halk meclislerine odeonlara kadar bir çok yapının varlığı bilinmekte ve bu eserlerin kabaca bugünkü konumlarına dair çıkarım yapılabilmektedir.
Doğunun Kraliçesi : Antik Roma’da bir tarihçi olan (Antakya’da doğmuş ve yaşamıştır.) Ammianus Marcellinus (M.Ö. 322-400) tarafından söylenilmiş bir söz olup, orijinali ‘Orientis Apicem Pulcrum’ dur. Bu söz aslen Antakya şehri ile özdeşleşen, şehrin en büyük simgesi olmuş Tykhe ve Orontes (Asi) yola çıkılarak söylenilmiştir. Aşağıda yer alan görsellerde de gördüğünüz Tykhe’nin Antakya için özel bir yeri vardır. Tykhe şehrin bizzat kendisini simgelemektedir, aşağıdai olduğu gibi bir çok eser ve haritada şehrin Tykhe ile özdeşleştiğini görmekteyiz. Aşağıda yer alan ve dünyanın ilk atlası olarak kabul edilen haritada (Bakınız:Tabula Peutingeriana) Antakya bütün ayrıntılarıyla Tykhe olarak betimlenmiştir. Bu haritada Antakya ve Tykhe o kadar ayrıntılı çizilmiştir ki, bu ayrıntıya sahip sadece Roma şehri bulunmaktadır, bu antik dönemde şehrin ne kadar önemli olduğunun başka bir göstergesidir. Biliyoruz ki antik dönemde her şehrin bir koruyucu tanrısı/tanrıçası olmuştur, bu gelenek şehrimiz Antakya’da #Tykhe‘e olarak yansımıştır.
Kenti antik dönemde büyük şehirlerde sıkça uygulanan ızgara plan (grid) şeklinde imar eden Mimar Xenarios belirlenen kent surları ve caddeleri, güneşi ve yerel rüzgarın yönünü hesaplayarak güneybatı/kuzeydoğu yönünde eğik bir şekilde dizayn etmiş ve özellikle ana caddelere bu rüzgarları yönlendirmeye çalışmıştır. Antik kaynaklara dayanılarak çizilmiş haritalarda bu ayrıntılar çok net bir şekilde görülmektetir. Haliyle bu kadar büyük ve kompleks bir şehrin bir alt yapı ve temiz su şebekesi olması da kaçınılmazdır. Bir çok harita ve şehir planında defne bölgesinden (şehrin güneyi) Silpius Dağı’nın (bugün habibi neccar dağı olarak bilinir) eteklerine kadar dayanan su kemerlerine vakıfız. Bugün Demirkapı (Babı Hadid) olarak bildiğimiz ve şehrin hem giriş kapılarından hem de su bendlerinden birisi olan yapının da içinden su taşındığı iddiaları bulunmaktadır. (bknz:www.fosmanca.art-demirkapı)
İşin en dramatik yönü ise şehre yıllarca su taşıyan bu kemerlerin ayakta kalabilmiş bölümünün oldukça az olmasıdır. Günümüzde Bağrıyanık Mahallesinde sıkışmış Memikli Köprü ile Trajan Su Kemerleri (yerelde:Kantara) antik şehrin su taşıma konusunda bilinen en net örnekleri olup maalesef muadillerine ulaşamamaktayız. Memikli Köprü yakınlarında tescilli kültür varlığı olan ve şehrin alt yapısına uzanan ve şehrin büyük çoğunluğunun bihaber olduğu antik altyapı kalıntıları ise unutulmaya yüz tutmuş durumda.
Trajan Su Kemerleri: Defne ilçesi (Harbiye) esenbulak civarında Kantara Çayı üzerinde bulunur. Kantara isminin buradan geldiğini öne süren bazı kaynaklar olsa da; Kantara’nın yakın tarihte ‘su üzerine yapılan köprü’ anlamına geldiğini biliyoruz.(bknz: vgm.gov.tr/vakıflarsözlüğü) Yani su kemerinin ismi Kantara Çayı’ndan mı geliyor, yoksa su kemerinden dolayı Kantara Çayı ismini almış net bir sonuç elde etmek mümkün değil. Trajan isminin ise imparator Trajanus’tan geldiği açıktır. Yaklaşık 40 metre genişliğinde yer yer 30 metre boyunu aşan yüksekliğine ait kalıntıların birbiri ile bağlantısı kesilmiş bölümleri bulunmaktadır.
… Batı surlarının hemen hemen ortasında yer alan Beşgen kule’nin harabelerine doğru çıkıyoruz ve defne yönünden gelen suları şehre taşıyan yegane su kemeri: ulpien ya da Trajan Su Kemeri’ni inceliyoruz, kemerde oluşan çok sayıda sarkıt, kemerin korunmasında çok yararlı olmuş. Kemer, aynı zamanda Zoiba Vadisi üzerinde bir köprü olarak da görev yapmakta. Antakya’nın üç kilometre mesafe uzaklığından başlayan bu su yolu, kuşkusuz Tiberius ve Heraclee mahallelerini beslemek amacıyla yapılmıştır”
Çağlar İçinde Antakya – Ataman DEMİR
Memikli Köprü: Yerel tarih araştırmacılarından Zafer SARI; dikit ve sarkıtlardan ötürü halkın memeyi andırdığı için böyle isimlendirdiği ileri sürülmüştür. Su kemerinden aşağı akan sular zamanla bir kalker tabakası oluşturmuştur.(kimilerine göre bu durum eserin kendini korumasına yol açmıştır.) Günümüzde yaya ve araçların üzerinden geçtiği bir köprü haline geldiği için bu isimle anılır. Üzerinde derme çatma yapılan korkuluklarla önlem alınmaya çalışımış olup, dört adet alt açıklık kısmı bulunur. 20 metre yükseklikteki su kemerinin genişliği yaklaşık 10metre uzunluğundadır (yol ve evlerle çok fazla bütünleştiği için tam ölçüsü bilinemiyor)
… Le Camus, Yahudi kral Herod tarafından yaptırılan bu caddenin, St. Paul Kapısı’na bakan yönünü muhafaza ettiğini ve iri beyaz taşlara burada aralıklarla rastladığını, caddenin ise çok berbat durumda olduğun söylerken, Antakya’nın su kaynakları için şu bilgileri vermektedir; “… Antakya gibi suyu bol çok az şehir vardır. Casius’un tepelerinde yeni su kaynakları bulan önemli kişiler, bu suları Antakya’nın hizmetine sunmuşlardır. Jules Cesar, bir su kemeri vasıtasıyla, Leodice yönünden gelen çok bol suyu Akropol’e kadar götürmüştü. Orada hala daire biçimli su sarnıcı kuşkusuz o devre aittir.”
Çağlar İçinde Antakya – Ataman DEMİR
Özellikle bulundukları konumlar sebebiyle korunmaları ve ziyareti oldukça zor olan bu eserlerin kent turizmine katkı sunacağı, yerli yabancı turistlerin kolayca ziyaret edebileceği hale getirilmesini diliyor. Kentimizin bütün eserlerinin korunmasının ‘sadece kurum ve kuruluşlar’ ile mümkün olmadığını, en kolay ve etkin yolun ‘halkın bilinçlendirilmesi’ olduğunu sizlerle paylaşmaktan onur duyarım. Saygılarımla.
Uzun süredir yürüttüğüm #ÜveyŞehirİskenderun projesinde sona yaklaşırken halen Hatay’ın, Antakya’nın ve tabi ki İskenderun’un neresi olduğunu, bu kent isimlerinin ne ifade ettiğini anlatamadığım kesimler olduğunu gördüm. Tam bu noktada yine İskenderun turizmi için can alıcı bir nokta ile ilgili yazı yazmak için kalemi elime aldığımda konunun bir yazı dizisi olacağı belliydi. Bugün yazımın konusu: ‘Hatay’ın inanç turizmi planlamasından İskenderun gibi kadim bir şehrin nasıl mahrum bırakıldığı’ olacakken bizi tam manasıyla tanımayan sevgili dostlarımıza; Hatay, Antakya ve İskenderun isimlerinin etimolojisini anlatarak, neden sonuç ilişkisiyle bugüne kadar nasıl geldiğini izah etmeye çalışacağım. Bu yazıdan sonra belki de bir kaç yazıyla sizlere çağdaş dünyada turizm alanında yapılan işler, Antakya’da olup İskenderun’da yapılamayanlar ve herkese ütopik gelip bence çok basit atılımlar olan konulara ‘karşılaştırmalı turizm’ alt başlığıyla izah etmeye çalışacağım.
Tarihi serüveni, yaşadığı buhranlar ve sevinçler ile Hatay ülkemizin birçok şehrinden farklı bir kıymete sahiptir. Tabi ki köklü bir kültür ve tarihe sahip medeniyetimizin başkentlik yapan ve zaman zaman anayurttan ayrı kalan şehirlerimiz olmuştu. Fakat Hatay bu serüveni sancak ve hatta devlet olacak kadar uç noktaları taşımıştır. Tabi ki ortada böyle kadim bir geçmiş, farklı medeniyetlerin oluşturduğu geniş bir sofra olunca; bugün bu ekmeği tek başına yemek isteyenler de olacaktır. Bugün halen İskenderun ve Antakya arasında -çok enteresandır ki- jenerasyon fark etmeksizin süregelen mikro milliyetçilik kendisini sadece avam tabakasında değil bölgenin entelijansiyasında ve -hatta en hararetli kısmını- ticarette de göstermektedir. Nacizane bir Hatay aşığı olarak gördüğüm eksiklikleri dile getirmek üzere çıktığım yolda, İskenderun tarihinin ve kültürel miraslarının tanıtılması konusunun es geçildiğini sıkça dile getirdiğim için ilk günden itibaren nacizane bana bile: İskenderun aşığı, Antakya kindarı gözüyle bakılmasının sebebi, az evvel bahsettiğim kadim şehrin, bilinç altında yatan mikro milliyetçiliğin günümüze projeksiyonudur.
İskenderun: #Alexandria yani İskender’in şehri. Büyük İskender’in kentin yanı başında yer alan (Bugünkü Payas sınırları) İssos Vadisinde Ahameniş imparatoru Darius’a karşı kazandığı zafer sonrasında, savaş meydanının yakınlarında kendi ismiyle bir kent kurulmasını emreder. Kentin bizzat kendisi tarafından kurulduğu öne sürenlerin yanı sıra bir başka teoriye göre komutanlarından Antigone’un Büyük İskender’in ismine ithaf ederek burada bir şehir kurduğunu ileten kaynaklar da bulunmaktadır. İskenderun ismi ilk günden beri aynı manaya gelmekte olup, sadece medeniyetlerin dilsen söyleyişlerine göre farklılık göstermektedir. Orijinal ismi Alexandros olan İskender’den sonra kendisini yöneten imparatorluklara göre: Alexandria, Alexandria ad İssum, Alexandria Cat İsson, Alexandria Scabiosa ve Alexandrette isimleriyle bilinen şehir müslüman egemenliğine gördikten sonra Alexandrette’yi El-İskenderuna deyişine evirerek bugüne İskenderun olarak gelmiştir. Şehir kurulduğu ilk günden bu yana ticareti ile öne çıkmıştır. Hem karayolu ticaret yolları üzerinde olması hem de bütün seyyahların bahsettiği üzeri sakin bir koya sahip olması sebebiyle antik dönemden bu yana (zaman zaman bu rolü Seleucia Pieria’ya kaptırsa da) kıymetli bir yere sahiptir. En şâşâlı günlerini 1600-1750 (bu yıllardan günümüze bir çok ülkenin konsoloslukları şehrimizde varlığını sürdürmektedir) arasında yaşamış olup 1800’lerin ortasında yaşadığı depremden sonra kıymeti git gide düşmüş, 1900’lerin ilk yıllarından itibaren anavatandan ayrılma ve geri katılım sürecinde ile birlikte tekrar kalkınmış ve imar edilmiş bir İskenderun görmekteyiz. İskenderun 1800’lerdeki depremden gelişimine ara vermiş ve çok kısa bir süre nahiye olarak yönetilse de yaklaşık 2000 yıldır bölgede şehir merkezi ve kaza (ilçe) şeklinde (Antakya ile birlikte Halep Sancağına bağlı olarak) yönetilmiş olup 1921-1938 yılları arası ise Antakya’yı da içene alan ve Halep sınırlarına ulaşan, merkezi İskenderun kenti olan ‘İskenderun Sancağı’ ismiyle yönetilmiştir. Bu yönetim daha sonra 1938-1939 arasında Hatay Devleti’ne sonrasında ise anavatana katılım ile son bulmuştur. İskenderun olarak bilinen bölge aslen Erzin-Dörtyol sınırlarından başlar ve Arsuz ilçesine kadar uzanır fakat bu harita günümüzde tarihe karışmış, şehrin tarihine ve popülasyonuna uymayan dar bir siyasi haritaya sıkıştırılmıştır.
İskenderun Sancağı Haritasıİkenderun Sancağı Posta Pulu
Antakya: Oldukça zengin bir tarihe sahip Antakya, M.Ö. 300’lü yıllarda #Antiochia ismiyle kurulmuştur. Şehri Antiochia ismiyle (Büyük İskender’in komutanlarından) Seleucus Nikator babasınını ismine ithafen kurmuştur. (Dikkatinizi çekerim, Büyük İskender İskenderun’u daha evvel kurmasına rağmen, İskenderun için daha düne kadar bana ‘ne uğraşıyorsun burada tarih mi var?’ baskısı yapılıyordu). Antakya gerek sur kalıntıları, gerek mozaikler gerekse antik dönemden günümüze ulaşan ve döneminin dünyada 2. büyüğü olarak bilinen hipodromuyla sadece bölgemizin değil ülkemizin en büyük şehirlerinden olma özellliği taşır. Antakya kurulduğu ilk günden bu yana bir çok sebepten büyük kıymet gören bir şehirdir, kentin bugün Eski Antakya olarak bilinen bölümü Hippodamos’un ızgara planına göre düzenlenmiş olup bugün sıkça karşımıza çıkan villa mozaik kalıntıları ve antik dönemden günümüze ulaşan şehir planları kentin tapınak, sosyal yapılar ve villalar gibi yüzlerce eserle donatıldığını göstermektedir. Hıristayanlığın Roma’da yayılmasına da büyük önem taşıyan şehir, Hz.İsa’nın havarilerine başlarda iyi bir misafirperverlik göstermese de Pagan Roma’nın son bulmasından sonra Hıristiyanlık için yine en kıymetli şehirlerden birisi yine Antakya olacaktır. Bunu ilk Hıristiyan isminin Antakya’da telaffuz edilmesinden, Samandağ yakınlarındaki St. Simeon Manastırından, St. Pierre Kilisesi ve şehirde bulunan onlarca eserden kolayca anlayabiliyoruz. Şehir özellikle haçlı seferlerinde büyük çarpışmalara sebep olur, dünyanın en büyük şehir surlarından birine sahip olan kente Haçlılar bir kaç kez sahip olurlar, bugün birçok kaynakta bu kuşatmaların minyatür ve gravürlerine rastlamaktayız. Şehir hem haçlılar hemde müslümanlar tarafından defaatle el değiştirmiş hatta uzun bir süre Antakya Prensliği olarak yönetilen bölgenin sınırları oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır. Bugün Amik Ovası yakınlarında yer alan kalelerin bir çoğu Haçlı seferleri döneminde Antakya şehrini ve ona ulaşan yolları korumak amacıyla yapılmıştır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde surların ve kiliselerin birçoğu zarar görmese de özellikle surlar yapılarda devşirme olarak kullanılmaya ve şehirde artık cami ve vakıf eserlerinin çoğalmaya başladını biliyoruz. Fakat yaklaşık 2000 yıllık tarihinde yapılar gibi Antakya’da dinler de özgürce -halen- yaşamaktadır. 1900’lerin başında hem bölge (Antakya ve İskenderun) Fransız ve İngilizler arasında çekişmeye sebebiyet verir. İngilizlerin Musul-Kerkük petrolünü Fransızların ise Suriye ve Çukurova’da yer alan tarım ürünlerine gözlerini dikmesi ve bu ticari ürünlerin sömürgeleştirilebilmesi için hem Antakya hem de İskenderun büyük önem arz eder. Ve hatta bu sömürge Arkeolojik varlıkların çıkarılması konusunda da kendisini feci şekilde göstermiştir. (bakınız: #KaçırılanEserlerNerede ) Fransızlar İskenderun’da olduğu gibi şehri imar etmeye çalışmış müze, sinema vb yapılar ile bir şehir merkezi oluşturmuş ise de özellikle Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yoğun çabasıyla evvela İskenderun Sancağı daha sonra Hatay Devleti yönetimi ve anavatana katılım süreciyle 1939 tarihinde ayrılık son bulmuştur.
Haçlı Seferleri sırasında gerçekleşen bir Antakya KuşatmasıAntakya Prensliği HaritasıHatay Devleti bayrakları
Görüldüğü gibi hem İskenderun hem de Antakya kuruldukları ilk günden (ikisi de M.Ö. 300’lerde) bu yana hem stratejik hem ticari hem de dini olarak farklı medeniyetlere farklı inançlara hem ev sahipliği hem de misafirlik yapmıştır. Yönetim olarak her ikisi de nahiye, kaza, sancak, prenslik ve hatta DEVLET olmuşlardır. Bu kardeşlik, ayrılık dönemi -ülkemizden- olarak tanımladığım 1920-1939 yılları arasında genç cumhuriyetimizin gazetelerini ve dergilerini bile ‘iki mahzun genç kadın’ olarak süslemiştir. Kaderlerini kendileri belirledikleri süre zarfında bu kardeşlik hep devam etmiştir fakat maalesef ara ara bu kardeşleri gergin görebiliyoruz 🙂 Konu özellikle döner olduğunda (Bakınız: fosmanca.art:kadim bir fast food düellosu)
Not: Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında bütün mecmualarda Türkiye kendisini genç, medeni ve güzel bir kadın olarak tanımlar bu gazeteciliğin bile bilinç altına yansıyan bir durumdur. Bu sebeple Hatay Devleti marşına şu cümle eklenir: ‘Antakya ve İskenderun Türk’ün iki kızıdır‘. Bu cümle bir şehrin kaderinin özetidir aslında: bu sebeple biz bütün haber ve çizimlerde Antakya ve İskenderun’u iki çile çeken kız kardeş olarak görmekteyiz.
1936-1939 yılları arasında yayınlanan Karikatür ve Akbaba dergisine ait (Hatay Meselesi konulu) dergi kapak çizimleri
Peki HATAY ismi nereden gelmektedir ?
Bölgenin 1921 yılında İskenderun Sancağı olmasından sonra Fransa ve Suriye’nin girişimleri sancağın özerk olması ve dış işlerinde önce Fransa sonra ise Suriye’ye bağlanması yönünde olsa da, İskenderun ve Antakya’nın anavatandan kopması ile başlayan her dakika ülkemizi rahatsız etmiş ve bu durumu düzeltmek için, hem siyasi hem politik hem de askeri olarak geri durmayacağımızı Atatürk’ün hamleleriyle Milletler Cemiyetine göstermişizdir. Fakat Fransa’nın ve Suriye’nin İskenderun Sancağı için agrasif tutumu ve manda yönetim ısrarı maalesef Türk topraklarındaki hasreti uzatmıştır. Bu dönemde dünyada ve Milletler Cemiyetinde genel kanı ‘her milletin yaşadığı bölgede nasıl yönetileceğini kendi inisiyatifine bırakması’ yönünde olduğu için Atatürk dış politikayı tamamen ülkemizin Sümer/Hitit dönemine dayandırılması fikriyle bir çok çalışma yaptırmasına yol açmıştır. Her ne kadar bugün eleştirel bir bakış açısıyla baksak ta tarihsel süreç içerisinde harika bir hamle olduğunu görüyoruz. Zaten Atatürk’ün hasta yatağından kalkıp Adana’ya kadar geldiği ve burada düzenlenen mitingde sarf ettiği ‘ Kırk Asırlık Türk Yurdu Düşman Elinde Esir Kalamaz’ sözü de buraya dayandırılmaktadır. İskenderun Sancağı sonasında yapılan diplomatik savaş ile Hatay Devletine geçiş artık yavaş yavaş anavatana katılımın zeminin oluştuğunu göstermiştir, bunu Hatay Devleti bayrağından, marşından ve hatta anayasasından anlayabiliyoruz. Peki neden HATAY DEVLETİ ? bölgede kadim iki şehir olan İskenderun ve Antakya dururken neden kurulan devlete HATAY ismi verilmişti, Hatay ismi de nereden çıkmıştı ?
İlk kez 10 Ekim 1939 tarihinde Siirt Saylavı: İsmail Müştak MAYAKON Cumhuriyet Gazetesinde -Atatürk’ün Türk Tarih Tezi tabanında söylediği ve bir çok kez buyurduğu üzere- Kırk Asırlık Türk Yurdu’nun neresi olduğu hususu merak ettiği bu sebeple bir araştırma yaptığı ve bu Türklerin isminin HATAY TÜRKLERİ olduğunu öne sürmüştür. İskenderun ve Antakya bölgesinde yaşayan Türklerin Hitit/Hatti lere dayandığını ve hatta Asya ve Altaylardan kalkarak ilk önce bu topraklara geldiklerini bugün yörede yaşayan Türklerin ise bu milletin torunları olduğunu ifade etmektedir. Mayakon bölgenin ismi ile ilgili fikirlerini Tarihten Bir Yaprak başlığı ile şöyle duyuruyordu :
Hatay, Hata, Ata, Eti bunlar hep aynı kökten gelen ve hepsi aynı mana ifade eden Türk kelimeleridir. Bu kelimeleri filoloji yoluyla tahlile gerek bile yoktur çünkü bunu bilmeyen Türk yoktur… Evet ! Antakya, İskenderun havalisinin coğrafya isim HATAY’dır. Türkler Türk atalarının mümessili olan ‘Hata’ lardır. Atalardır. Hatay: Bölgenin adı, Hatalar: Hatay’da yaşayan Türklerin adı. Hatay Devleti: Hatay’ teessüs edecek Türk varlığının adı’dır’
Her ne kadar bu isim hemen kabul görmese -en azından kurum ve kişiler tarafından zikredilmese de- Atatürk’ün Çankaya köşkünde Tayfur SÖKMEN’e (Hatay Devleti Cumhurbaşkanı ve kurtuluş mücadelesi kahramanımız) bölgenin adının artık Hatay olduğunu söylediği bazı kaynaklarda geçmektedir. (Nehna.org/Emre Can Dağlıoğlu) Belli ki kurulacak devletin ve bölgenin yeni ismi Atatürk’ün bölge insanının hayatlarını ve özgürlüklerini kurtarmak için yaptığı plan dahilinde gerçekleşmişti. Fakat mevzu bahis ‘özgürlük’ olunca şehir merkezi neresi olacak hangi ilçe nereye bağlanacak, köyler nahiyeler hangi ilçelere bağlanacak gibi konular ilk günlerde sorun yaratmasa da zaman geçtikçe bu sorunlar yavaş yavaş gündeme gelecekti; örneğin Hatay Devleti meclis zabıtlarında bile benzer konular gündeme gelmiştir. (Bakınız: Hatay Devleti Meclis Zabıtları Mehmet TEKİN) Tabi ki sosyal bilimler geriye ve ileriye doğru projeksiyon yapmaya elverişli bir bilim dalı olduğundan bugün bir çok soruyu rahatlıkla sorabiliyoruz: Neden il merkezi Antakya oldu ? İskenderun 70 yıldır neden serbest bölge ilan edilemedi, İskenderun il olabilir miydi ? Şehir merkezi yer değiştirebilir mi ve hatta iki ayrı il olarak (İskenderun ve Antakya olarak) anavatana katılamaz mıydık? 🙂
Hatay Devleti Cumhurbaşkanı Tayfur SÖKMENHatay Devleti Başbakanı Abdurrahman MELEKHatay Devleti Meclis Başkanı Abdulgani TÜRKMEN
Bu yazı turizm konusunda fikirlerimi belirteceğim bir yazı dizisinin başlangıcı olup, iletmeye çalıştığım nokta ise şudur: Birbirimizin üzerine basarak, mücadele ederek, yok sayarak, birbirimize farklı gömlekler biçerek tarih ve kültürü görmezden gelemeyiz. Ticarette ekmeği yenilen İskenderun’a 80 yıldır bir arkeolojik kazı yapmayıp, müze açmayıp, turizm yatırımı yapmayıp ‘Senin tarihin yok ki kardeşim’ diyemeyiz. Hassa’da Erzin’de Samandağ’da Arsuz’da çıkan mozaiği, zaten dünyanın en büyük müzesi olmuş bir müzenin deposuna yığarak turizm şehri olamayız. 5 Temmuz 1938’de Türk ordusu Hatay’a girmiş, 23 Temmuz 1939’da Anavatana katılım sürecimiz tamamlanmış bir şehir olarak halen bütün anma ve etkinlikler sanki Antakya’nın kurtuluşu temasıyla kutlanmaktadır, bakın… kurtuluşumuzu bile paylaşamıyoruz, bu matematikle Belen, Samandağ, Hassa, Yayladağı kurtulamamış mı oluyor?
Bir turist Hatay sınırlarına girdiğinde Erzin’den Samandağ’a kadar bütün sahili atlayıp direkt Antakya’ya gidiyorsa, ve bu duruma destek veriliğini -en basitinden- tabelalarda bile görüyorsak, bu bize şehrin merkezinin diğer ilçelerini üvey evlat gördüğünü gösterir. Ayrıca belirtmek lazım, eğer bu bir master plan çerçevesinde plana dahilse, şahsi kanaatim bu da çok becereksiz bir plan olsa gerek. Çünkü tarih bize, ‘komşusu zengin olanın kendisinin de zenginleştiğini’ defaatle göstermiştir. Erzin kazanırsa, İskenderun kazanırsa, Arsuz kazanırsa, Samandağ kazanırsa sonuç olarak kazanan Hatay olacaktır.. Bu konsorsiyumu başaracak olan yine bizleriz, işin ironik tarafı bu durum şehrimizde yaşayan farklı millet ve inançlardan bireylerin günlük hayatlarında basit bir şekilde başardıkları fakat yaklaşık 70 yıldır yönetim katında becerilememiş bir durumdur. Bu sebepledir ki İskenderun kendisine biçilmiş gömleğin dar olduğunu söyleyip bir kaç yılda bir ‘il olma’ hayalini gündeme taşımaya devam etmektedir.
Bu vesile ile haftaya yayınlayacağım diğer yazıma zemin oluştaracağı için: son yıllarda kıpırdanma gösteren Altınözü, Arsuz, İskenderun, Samandağ ve Erzin ilçelerine yapılan turizm girişimlerden ötürü yöneticilerimize mevki, makam, parti ve düşünce ayırt etmeden teşekkür ediyor, gelecek yıllarda hiç bir ilçenin diğerinden farkı olmadığını daha çok hissetmeyi diliyorum.
Bir sonraki yazı: Antakya’ya da pişen İskenderun’da yenir mi ? (Hatay’ın inanç turizmine kısa bir bakış)
Her yerde haykırmaya çalıştığım şehrimizin Fransız manda yönetiminde olduğu yıllar kaçırılmış olan eserlerin geri getirilmesi ile ilgili bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Sürekli her ortamda sesimi duyurmaya çalışırken fark ettim ki bu eserlerin ne kadar çok olduğunu fark eden insan sayısı çok az. Bende ‘Kraliçemizin’ emanetini nacizane kurtarmak adına fitili ateşlemek niyetiyle bu yazıyı yazmaya karar verdim…
Antakya (Antioch) şehri M.Ö. 300’lü yılların başında Büyük İskender’in komutanlarından Seleucus Nikator tarafından kurulmuştur. Antakya şehri her dönem Roma’nın göz bebeği olmuştur. Örneğin nufüs bakımından Roma İmparatorluğu’nun 3. büyük şehridir. Aynı çağda en büyük organizasyonlarına ev sahipliği yapan hipodromlara baktığımızda: Roma –#SircusMaximus – dünyanın en büyük hipodromuyken, ikinci sırada bugün Doc. Dr. Hatice PAMİR hocamız tarafından kazısı sürdürülen (bu alan Fransız manda döneminde talan edilmiş, çıkarılan birçok eser yurt dışına kaçırılmıştır.)#AntakyaHipodromu‘dur. Verilecek örnekler çok olduğu için Antakya şehrinin Roma ve dünya tarihi için ne kadar önemli olduğunu anlatmayı bir başka yazıya bırakıp devam ediyorum.
“Circus Maximus MS 80’e tarihlendirilir, Antakya hipodromu milattan önce 67’ye tarihlendirilir. Yani aralarında 100 yıldan fazla bir zaman farkı var. İstanbul’daki yani Konstantinopolis kurulduktan sonraki yapılan hipodrom bu hipodromdan 300 yıl sonra kurulmuştur. Ve bu hipodrom yapısı bir merkez olarak Doğu Akdeniz’de yapılmış olan bütün bu olimpiyat oyunlarının sergilendiği, düzenlendiği, organizasyonunun yapıldığı bir yapı olması nedeniyle kentin aslında prestij yapısı bir anlamda.”Kaynak:https://arkeofili.com/antakyadaki-antik-hipodromda-mozaikler-bulundu/
Öncelikle ‘Kraliçemiz’den kasıt nedir? Neden Antakya’ya sürekli #DoğununKraliçesiAntakya diyoruz. Neden ‘Doğu’ nitelemesi yapılmış; Öncelikle bu soruları cevaplamak istiyor ve hatta mümkünse ‘Antakya Doğu’da değil’ çıkışının artık bir son bulmasını diliyorum..
Doğunun Kraliçesi : Antik Roma’da bir tarihçi olan (Antakya’da doğmuş ve yaşamıştır.) Ammianus Marcellinus (M.Ö. 322-400) tarafından söylenilmiş bir söz olup, orijinali ‘Orientis Apicem Pulcrum’ dur. Bu söz aslen Antakya şehri ile özdeşleşen, şehrin en büyük simgesi olmuş Tykhe ve Orontes (Asi) yola çıkılarak söylenilmiştir. Aşağıda yer alan görsellerde de gördüğünüz Tykhe’nin Antakya için özel bir yeri vardır. Tykhe şehrin bizzat kendisini simgelemektedir, aşağıdai olduğu gibi bir çok eser ve haritada şehrin Tykhe ile özdeşleştiğini görmekteyiz. Aşağıda yer alan ve dünyanın ilk atlası olarak kabul edilen haritada (Bakınız:Tabula Peutingeriana) Antakya bütün ayrıntılarıyla Tykhe olarak betimlenmiştir. Bu haritada Antakya ve Tykhe o kadar ayrıntılı çizilmiştir ki, bu ayrıntıya sahip sadece Roma şehri bulunmaktadır, bu antik dönemde şehrin ne kadar önemli olduğunun başka bir göstergesidir. Biliyoruz ki antik dönemde her şehrin bir koruyucu tanrısı/tanrıçası olmuştur, bu gelenek şehrimiz Antakya’da #Tykhe‘e olarak yansımıştır.
Tabula Peutingeriana: Roma İmparatorluğu’nun yol ağı olan cursus publicus’un düzenini gösteren resimli bir güzergahtır. Harita, orijinal eserin 13. yüzyılda yapılmış parşömen kopyasıdır.
Bu Haritada koyu halde sunduğum alanda İSSOS, ALEXANDRİA (cat issum), SELEUCİA ayrıntılı bir şekilde görülmektedir. Bir diğer ayrıntı ise ikon şeklinde gösterilen Antakya’dır. Bir Tykhe olarak tasvir edilen şehrin, surların, Asi Nehri’nin ve kentin genel özelliklerinin yansıtılmaya çalışıldığını görüyoruz. Ayrıca haritanın bütününde yer alan en büyük iki ikon ROMA VE ANTAKYA’dır. Bu kentin Roma İmparatorluğu için ne kadar büyük önem arz ettiğinin bir başka göstergesidir.
Geçirdiği büyük depremlerden sonra I. Justinianus kenti yeniden imar etti. Kenti iyileştirdikten sonra kent meydanını bir Tykhe heykeli ile süslemiş ve şehrin koruyucusu ilan etmiştir. Bu heykel (tanrıça) şehri bereket, huzur getirecek ve onu koruyacaktır. Bir elendi başak demeti ile bir kaya üzerine oturan (Antakya’nın Silpius Dağı olduğu tahmin ediliyor)genç bir kadını betimler. Bu güzel kadının başında büyük bir taç vardır (Taç Antakya Surlarını simgeler).Heykelin sol ayağının altında bir genç yüzmektedir -çırpınmaktadır- bu tasvir ise Orontes yani, Asi Nehri’ni simgelemektedir. Sel ve taşkınları bilindik olan kentin bu yönden de koruyucusu olması temenni edilmiş bu güzel heykelin orijinali maalesef günümüze ulaşmamıştır.(Vatikan’da yer alan heykelin şehrimizden kaçırıldığı konusunda bir takım yazılar okudum fakat kesin kaynak bulamadığım için bu şekilde yayınlamayı tercih ettim) Antakya Tykhe’si olarakta bilinen heykelin Hatay Arkeoloji Müzesi’nde 2 adet küçük benzeri bulunmaktadır. Bugün dünyadaki en büyük Tykhe heykeli ise Vatikan’da bulunan 84cm boyundaki heykeldir.
Vatikan Müzeleri’nde bulunan Tykhe HeykeliPrinceton Üniversitesi Sanat Müzesi
İşte bu: Doğunun Kraliçesi Antakya’dır, yani Tykhe’dir. Bir eliyle bereket saçar, bir yandan kenti sellerden korur, bir yandan yeteneğiyle şehrin bahtını açar, kurtarır…
Beni sosyal medyada taciz edip; “-Antakya Doğu’da değil cahil” diyenler oluyor. 🙂 Benim, sağımı solumu, doğuyu batıyı bilmediğimi zanneden sevgili arkadaşlar: yukarıda size sözün neden söylenildiğini izah etmeye çalıştım, şimdi ise neden böyle bir karmaşa yaşadığınızı ve tarihi söylemleri nasıl algılamamız gerektiğini anlatmaya çalışacağım: Önce şunu belirtmek istiyorum. Takvimlerimiz 2021 yılını gösteriyor, bu çağın anlayışı ruhu ve coğrafyası size ‘Doğu’ kötü bir şeymiş gibi algı yaratıyor olabilir. Doğu: hangi doğu ? yeterince batıya giderseniz her yer doğu olacaktır. Biz kendi ülkemiz için merkezi İstanbul ve Ankara kabul edip, doğuyu, Sinop ve Hatay arasına ‘hayali bir hat’ çekerek solda kalan kısma batı diyoruz fakat Asya’nın bir çok kadim şehrine göre biz batıda kalıyoruz. Dünya yuvarlak 🙂 buna itirazınız yoktur sanırım, bunu da düşününce bir tarihçi olarak şunu söyleyebilirim. Doğu veya batı dediğimiz tanımlama eğer fiziki bir durumsa, bu tamamıyla sizin ülkenizin fiziken nerede yer aldığıyla alakalı ve küçük algımızın bir tanımlamasıdır. Yok eğer bir kültür tanımlaması yapacak olursak -bu bambaşka bir bilim dalının alanı olmakla birlikte- tamamen çağına göre tanımlanacak bir durumdur. Örneğin Roma İmparatorluğu’nun merkezi Roma’dır. E haliyle Antakya şehrine ‘doğunun’ kraliçesi demek dönemine göre doğru tanım olacaktır. Zira daha sonra Anadolu’da yer alan Roma ülkesi için biz DOĞU ROMA tanımlamasını boşa kullanmıyoruz 🙂
Bu saçma ama -maalesef gerekli- açıklamadan sonra sizlere özellikle Fransız manda döneminde talan edilen, çalınan ve bugün (yaklaşık 40 kadar müze olduğu söyleniyor) farklı müzelerde sergilenen eserlerimizden bahsetmek istiyorum. Bazıları müze müze satılarak gezen eserlerin yerleri değişebilmektedir. Sizlere dilim döndüğünce eserlerin ve mozaiklerin içeriklerinden, nerede bulunduğundan, nereye kaçırıldığından bahsedeceğim. Fakat, biliniz ki bu yazıyı yazmaktaki asıl amacım: “Bu eserlerin evine döndürülmesi ile ilgili HİÇBİR girişimin gösterilmemesi ve ortaya bir irade ortaya koyulmamasına isyan etmektir.” Sosyal medyada şehrimizin yöneticilerine mütemadiyen sormuş olduğum #KaçırılanEserlerNerede sorusuna cevap alamadım. Takip ediyor muyuz? Bir heyet oluşturup envanterini çıkardık mı ? Bazı eserler haraç mezat satılıyor biz bunların kimin aldığını biliyor muyuz? bu soruların hiç birine cevap alamadım. Çaba göstersem de ilerleme gösteremeyince elimden ne gelir diye düşündüğümde bu eserleri tanıtmaktan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yabancı dilim olmadığı için destek aldım ama yine de eksik olursa affola 🙂
İşte Doğunun Kraliçe’sinin Çalınan Hazinesi:
1-Dans Eden Meanad Mozaiği ( Dancing Meanad)
Mozaik Baltimore Sanat Müzesi’nde sergilenmektedir(Baltimore Museum of Art). 2.yy başlarında yapıldığı tahmin edilen eser, Antakya yakınlarında bulunmuştur. İç içe geçen bir kaç dikdörtgen geometrik şekillerin ortasında dans eden bir ‘Meanad’ betimlenmiştir. Meanad: Dionysos’un kadın takipçilerive tanrının maiyeti olan Thiasus’un en önemli üyeleriydi. İsimleri kelimenin tam anlamıyla “çılgın olanlar” olarak tercüme edilir.(Vikipedi) Mozaiğin dışında svastika (menander benzeri) süslemeleri bulunur. Dalganan elbisesiyle betimlemenin ortasında bulunan Meanad’ın üzerinde ise dökümlü ve savrulan bir dans kıyafeti bulmaktadır. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
2-Dans Eden Satyr Mozaiği: (Dancing Satyr)
2.YY. başlarında yapıldığı tahmin edilen eser, Antakya yakınlarında bulunmuştur. Dans Eden Meanad mozaiğiyle büyük benzerlik taşımaktadır. Bu kez eserin ortasında bir Satyr bulunur. Satyr: (Satir) Antik Yunan mitolojisinde yer alan yarı keçi yarı insan kır ve orman iyesi. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
3-Tethys and Oceanus Mozaiği
3.yy’ ait bu mozaik Antakya yakınlardan yer alan Defne yerleşkesinde 1937 yılında bulunmuştur. Yaklaşık, 170cm-230cm boyutlarındadır. Büyük bir dikdörtgen şeklin ortasında yer alan iki figürün ortasında …. bulunur. Bu silüetler iç içe bir kaç dikdörtgen geometrik şekil ve bunun dışında egzotik kuş betimlemeleriyle süslenmiştir. Yunan mitolojisinde bir titan olan Tethys, denizin, bereketli okyanusun tecessümüdür. Deniz tanrıçası olan Tethys, Uranus ile Gaia’nın kızıdır. Kocası ve erkek kardeşi olan Okeanos‘dan birçok çocuğu olmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
4-Satıcı Eros Evi (Eroslar) Mozaiği (Peddler Erotes)
3.yy’a ait mozaik kare biçime yakın düzenlenmiştir. En dış kısmında çerçeve olarak su yolu benzeri bir motif bulunur (meander) Mozaik şehrimizden bir çok eserin kaçırılmasını sağlayan Princeton Üniversitesinin kazılarında 17 Mayıs 1935 tarihinde bulunmuştur. Bir çok Bios ve Eros’un sahnelendiği eser günümüzde (Boyutları : 220cm/250cm) Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
Princeton Üniversitesinin kazılarında mozaiğin ortaya çıktığı alanın fotoğrafı
5-Geometrik Panel Mozaiği
Princeton Üniversitesi kazılarında bulunmuştur. İç içe geçmiş geometrik şekillerden oluşur. Dökdörtgen bir şeklin ortasında yer alan üçgen şeklin içini tamamen maenderler ile doldurularak betimlenmiştir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
6– Sıra (şerit) PapağanlarMozaiği (The Beribbonem Parrots)
Mozaik #NecmiAsfuroğluArkeolojiMüzesi nde bulunan kuşlu mozaikleri andırmaktadır. Dumbarton Oaks fonuyla yapılan kazılardı bulunmuştur. Birbirlerinin tersine bakan sırayla çizilmiş, 3 adet sırayla düz bir sırayla yerleştirilen süslü papağanlar betimlenmiştir. Evcil hayvanlar gibi görünen bu kuşların boyunlarında kurdaleler çizilmiştir, bu çizim yine hayvanların ticaret için kullanılan kuşlar olduğunu düşündürmektedir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
7-Rinceau’daki Kuşlar Mozaiği (
6.yy’a ait mozaik, Antik #Antioch yakınlarındaki #Defne de bulunmuştur. Dikdörtgen şeklinde yapılan mozaiğin üstü hattında su dalgası motifi, alt kısmında ise geometrik şekillerle desteklenmiş büyük bir su yolu benzeri şekil bulunmaktadır. Diğer çiçek ve hayvan betimlemeleri bu iki süslemenin arasında bulunur. Birbirini kesen ve üç ayrı çember açan boşluğa yerleştirilmiş hayvan motiflerini (Sülün , serçe ve tavşan olduğunu tahmin ediyorum) çeşitli meyve, çiçek ve bitki motifleri çevrelemiştir. Saint Louis Sanat Müzesinden satın alma yoluyla, Baltimore Sanat Müzesine gönderilmiştir.
8-Kükreyen Aslan Mozaiği (Antakya Aslanı, Striding Lion)
Bir sebeple kaçırılan eserler içinde en ünlüsü bu eserdir. Tabiri caizse şaha kalkmış bir aslan, formu kare şeklinde düzenlenmiş ve yine (kalp şeklini andıran) geometrik şekillerle kendi içinde kare paylara bölünmüş bir mozaiğin ortasına yerleştirilmiş dehşetli bir aslan betimlemesidir. Mozaiğin iç karelerinde süslü hayvanlar çiçek demetleri balık ve mevye figürleri yer almaktadır.(230cm*230cm) 1937 yılında bulunan eser bugün Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
Princeton Kazılarından mozaiğin çıkarılma sonrası fotoğrafı
9-Menderes (meander) Mozaiği
5.yy’a ait mozaik iç içe birbirine geçen meander ve geometrik şekillerden oluşan bir mozaik olup boyutları: 113cm*189cm’dir. 1937 yılındaki Princeton Üniversitesi kazılarında bulunmuş ve bugün Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
10-Tethys Büstü ve Deniz Mozaiği (Bust of Tethys on a Marine Background)
Antik dönem #Antioch yakınlarında bulunan bir diğer yerleşim yeri olan #Daphne (#Defne) de bulunmuştur. Tethys:(Yunan mitolojisinde bir titan olan Tethys, denizin, bereketli okyanusun tecessümüdür. Deniz tanrıçası olan Tethys, Uranus ile Gaia’nın kızıdır. Kocası ve erkek kardeşi olan Okeanos’dan birçok çocuğu olmuştur.) betimlemesi dikdörtgen biçimli mozaiğin üst orta kısmına yerleştirilmiştir. 3.yüzyıla ait mozaiğin etrafında birbirinden özel deniz canlıları yer alır, mozaiğin dış çevresinde küçük bir geometrik şekilli çerçeve kısmı yerleştirilmiştir. Yine mozaiğin alt kısmında balık tutan bir Eros betimlemesi yer alır. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
11-Galatea Mozaiği
Galatea, Yunan Mitolojisi’nde denizler tanrısı olan Poseidon’un sualtı perisi kızlarından biridir. Bu küçük parça mozaikte işlenen Galatea’nın sadece baş kısmı görünmektedir. Eserin 1. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Ayrıca, 1938 Yılında yapılan kazılarda bulunmuş ve bugün Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
12-Kaplan veYaban Domuzu Mozaiği (Tigress and Boar)
5.yy’a ait mozaik harika ayrıntılarıyla büyük bir kaplan ile yaban domuzu karşılaşmasını yansıtır. Dikdörtgen boyutlu, alt şeridin tamamı meander ve dalga kısımlarında bir yapraklardan oluşan hattan oluşur. Üzerinde betimlenen avlanma sahnesinin arkasında bir çok bitki yer alır. Kaplan’ın betimlemesi gerçekten bütün ayrıntılara sahip muazzam bir betimlemedir. 1937 Yılı kazılarında bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
13-Aslan ve Öküz (Kambur Öküz) Mozaiği (Lion and Humped Ox)
Mozaiğin tamamı görünmemekle birlikte bulunan kısmı gerçekten harika renk ve betimlemelere sahne olur. Bulanan kısım kare olup üç çevresi (diğeri kayıp) meander ve yapraklarla şerit halinde mozaiği çevreler. Mozaiğin ön planında saldırmak üzere olan dehşetli bir aslan, geriye çekilmiş ve korkan bir öküzü sahnelerken. Arka kısımda her dalında meyveler bulunan bir ağacı barındırmaktadır. 1937 yılında bulunmuştur. Bugün Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
14-Thiasos Mozaiği (Sea Thiasos) Thiasos:Dionysos şerefine yapılan gece şenlikleri. Defne yakınlarında bulunmuştur, 2. yüzyıla ait olduğu düşünülmektedir. Denizde geçtiği düşünülen bir Thiasos’u betimler mozaikte Oceanus (elinde bir pegasus ile betinlenmiştir) Eros, en sağda bir Kentaur ve Dionysos’un eğlendiklerini görebiliyoruz. Dikdörtgen formda tasarlanmış mozaiğin dış çevresi su yolu (dalga) ile şeritlenerek süslenmiştir.Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
15-Leopar ve Keçi Mozaiği (Leopard and Goat)
5.yüzyıla ait mozaik daha önce tanıttığım diğer iki av sahnesine çok benzemektedir. Mozağin bir çok kısmı bugüne kadar gelemediği için fazla ayrıntı veremiyorum. 1937 yılında bulunmuştur.Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
16-Dişi Aslan Geyik ve Ayı Mozaiği (Lioness, Stag, and Bear)
Diğer av sahneleri içeren mozaiklerle çok benzerlik taşımaktadır. Bir çok kuş bitki süslenmiş dikdörtgen formlu mozaik 1937 yılında bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
17– Opora, Agros ve Oinos Akşam Yemeği Mozaiği ( Opora, Agros, and Oinos at Dinner)
3. yüzyıla ait mozaik, 1937 yılında Antakya yakınlarında bulunmuştur. Kare formlu mozaiğin içerisinde bir çok meander ve geometrik şekil bulunmaktadır. Bu şekillerin orta alanda yarattığı çerçevede Opora, Agros ve Oinos betimlenmiştir. Yaşamın üç yönünü temsil eden bu üçlü bir ziyafet çekmektedir. Opora(Meyve) Agros (Tarla) Oinos (Şarap) .Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
Opora, Agros, and Oinos at Dinner From 3rd Century Turkey
18-Europa ve Boğa Mozaği (Europa and the Bull)
3.yüzyıla ait mozaik 1937 yılında bulunmuştur. Kare formlu mozaiğin iç kısmında Medusalar ile bezelir geometrik bir şerit bulunur. Orta kısımda ise Europa: Yunan mitolojisinde Avrupa kıtasına ismini vermiş, parlak tenli göz alıcı bakışı ile dillere destan olan Fenikeli kız. Europa bir boğaya binmektedir, buradaki boğa Europa mitine ait bir göndermedir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
Farklı bir mozaikte Europa betimlemesi
19-Sekizgen Panel Mozaiği (Panel with Intersecting Octagons)
3. yüzyıla ait mozaik Antakya yakınlarında 1937 yılında bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
20-Yıldız ve Kareli Mozaik (Panel with Stars and Squares)
3. Yüzyıla aittir, 1937 yılında bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
21-Bacchus’lu Madalyon Mozaiği (Medallion with Bacchus)
4.yüzyıla aittir.Mozaiğin ortasında yer alan, Bacchus:Antik Yunan’ da Şarap Tanrısı (bağ bozumu tanrısı) olan Dionysus’ un Latince versiyonudur. Eski Mısır tanrılarından da Osiris’ in karşılığıdır. On iki Olympos Tanrısı’ ndan biri olan Bacchus, Zeus ve Semele’ nin oğludur. Zeus’ tan iki kez doğduğuna dair efsaneler mevcuttur. Mozaik 1937 yılında bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
22-Geometrik Panel Mozaiği (Geometric Panel)
3.yüzyıla ait mozaik 1940 yılında Antakya’da bulunmuştur. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmiştir.
23-Sekizgen Büst Mozaiği
Yakto villasına ait mozaik 3. yüzyıla aittir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
24-Yıldız ve Pastil Mozaiği
3. yüzyıla ait mozaik 1937 yılında bulunmuştur.Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
25-Narkissos Mozaiği (Narcissus)
2. Yüzyıla ait mozaik 1938 yılında bulunmuştur. Dikdörtgen formunda tasarlanan mozaiğin genelinde geometrik şekiller ve motifler ile süslenmiştir. Mozaiğin üst kısmında bulunan Narkissos Mozaiği betimlemesi ise kare formunda betimlenmiştir. Bu kare formun etrafı ise yine meanderler ile süslenmiştir. Baltimore Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
26-Glykera ‘Komedya Ruhu’ Mozaiği (Glykera, Spirit of Comedy (Komodia)
3.yüzyıla ait mozaik Dikdörtgen formludur. Mozaiğin sağ ve sol kısmında geometrik süslemeler bulunur. Princeton Üniversitesi Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
27-Herakles Mozaiği
3. yüzyıla ait mozaik 1965 yılında Antakya yakınlarında bulunmuştur. Mozaiğin büyük bir kısmı zarar görmüştür. Princeton Üniversitesi Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
28-Oyun Tahtası Mozaiği
4. yüzyıla ait oyun tahtası mozaiği 1965 yılında Antakya yakınlarında bulunmuştur. Princeton Üniversitesi Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
29-Herakles ve Dionysos Mozaiği
Herakles ve Dionysos Mozaiği belki de çalınan eserlerimizden en güzelidir.Bir #triclinum (yemek odası) tabanıdır. Dikdörtgen formlu tasarlanan mozaiğin 3/4’ünde geometrik şekiller ile süslemeler yapılmıştır. Bu şekiller ile çevrelenen ve iç kısımda yer alan sahnede Herakles ve Dionysos (ve üvey kardeşi) bir şenlik vermektedir. Dionysos elinde bir #rhyton tutmaktadır. Mozaikte verilmek istenilen mesaj ‘herakles bile dionysostan daha fazla içemez,sen de içemezsin…’ Princeton Üniversitesi Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
30-Üç Güzeller Mozaiği
Hera, Athena ve Aphrodite’nin Parisin hakemliğinde İda dağında yapmış oldukları güzellik yarışmasını gösteren mozaik M.S. 2.yy ait olup Antakya’da bulunmuştur. Günümüzde ise Paris Louvre Müzesinde sergilenmektedir
31-‘Paris Yargısı’ (Paris’in Kararı) Mozaiği
MS 2. yüzyıla ait, Antakya’daki zengin bir Romalının evinde bir yemek odası zeminidir. Kuşlarla dolu üzüm ve sarmaşık yaprakları, Paris yargısının efsanevi hikayesini anlatır.(Hermes, genç prensten Athena, Hera ve Afrodit arasında Afrodit’in kazandığı bir güzellik yarışmasını yargılamasını ister…)
Bu mozaik 1932 yılında Antakya’da Atrium Evi’nde keşfedilmiştir. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
32-Herakles ve Dionysos’un İçki Yarışması Mozaiği
2.yüzyılın başına ait mozaik 1930’lu yıllarında başında bulunmuştur.Geç Helenistik dönem resminin gerçekçi mekanını yansıtan bu döşeme, kentin ilk Roma döneminden kalma zarif bir villanın triclinium veya yemek odasının zeminini oluşturuyordu. Dionysos’un merkezde uzandığı efsanevi bir sempozyum veya içme yarışmasını tasvir ediyor. Bereketli buklelerinde asma yapraklarıyla taçlanan solgun tanrı, kuru olarak içtiği boş bardağı sergiliyor. Dionysos’a meydan okuyan kırmızı bir Herakles dizlerinin üzerindedir. Bir yanda Silenus, diğer yanda Ampelus (asmayı kişileştiren bir çocuk) zaferi tanrıya verirken, soldaki bir köle kız çifte flüt çalıyor. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
33-Dionysos and AriadneMozaiği
4.yüzyıla aittir. Antakya yakınlarında 1934 yılında bulunmuştur. Solldaki figür, Dionysos’a özgü thyrsos’u taşır. Dionysos (thrysoslu) ve Ariadne’nin büstleri, her ikisi de saçlarında yaprak çelenkleriyle. İki geometrik panel ile çevrilidir. Güneş Kadranı Evi Daphne’deki bir yemek odasının zeminidir. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
34-Cenaze Sempozyumu Mozaiği
4.yüzyıla ait mozaik Antakya yakınlarında bir nekropole yakın bölgede çıkarılmıştır. Salondaki bir kadın bir cenaze ziyafetinde lavabo ikram ederken betimlenmiştir. Kadınların üstünde “Hafıza” anlamına gelen “Mnemosyne” yazısı, altlarında ise şarap ve su tutmak için kullanılan bir kavanoz veya krater bulunur. Romalılar genellikle sık sık bir araya gelen ve ölenlerin onuruna ziyafetler düzenleyen bir medeniyetti, mozaikte bu buluşmalar işlenmiştir. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
35-Worcester Hunt Zemin Mozaiği
6.yüzyıla ait eser Defne yakınlarında bir villa zeminidir. Roma dünyasında ve genellikle Antakya’da mozaiklerde ve diğer medyada temsil edilen aristokrat bir eğlence olan tehlikeli av avını tasvir ediyor. Merkezde, oryantal bir halınınkine çok benzeyen bir desende hayvanlarla çevrili bir avcı duruyor. Yaya ve atlı avcılar, doğuda Parthlar ve Persler tarafından kullanılan bir silah olan kılıç, mızrak ve yay ve okla çeşitli hayvanlara saldırır. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
36-Agora Mozaiği
5.yüzyıla aittir. Agora’nın (Pazar yeri) Kadın kişileştirmesidir. Tunik ve takılarıyla süslü bir kadın, inci küpeler, başın üstünde topuzuyla betimlenmiştir. 1936 yılında Silpius Dağına yakın bir alanda bulunmuştur. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
37-Koçların Başları Evi Zemin Mozaiği
5. yüzyıl eseridir. Bu, muhtemelen şimdi kaybolan büyük bir orta paneli çerçeveleyen ayrıntılı geniş bir bordürün günümüze ulaşan dört parçasından biridir. Koçun başları, çoğunlukla beyaz ve ten rengi tesseralarla birlikte, koyudan aydınlığa değişen sarı tonlarındadır; boynuzları açık ve koyu gri renkte olup, çizgilere işaret eder ve her ikinci koç çiftinin boynuzları siyahla çizilmiştir.
Tasarımın çeşitli özellikleri, bilim adamlarını bu mozaiği ve Zümrüdüanka Evi’nin üst katında bulunan, yine Daphne’den ve bugün Louvre’da bulunan ilgili bir döşemedir. Defne yakınlarında 1934 Yılında bulunmuştur. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
38-Hermes ve Dionysos Zemin Mozaiği
4. yüzyıla ait mozaikte yer alan bebek dairesel bir nimbus giymiş olarak gösterilmiştir. Bu, Aziz Christopher ve bebek İsa’nın ortaçağ temsilinin ikonografik prototipidir. Kanatlı şapkası, sandaletleri ve haberci asası ile tanınan Hermes, bebek Dionysos’u (başının etrafında hale, Hermes’in pelerinine oturmuş) Nysa’nın perilerine ve güvenliğine doğru taşır. Bir hamamda bulunmuştur.Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
39-Ktisis Zemin Mozaiği
5. yüzyıla ait mozaikte kadın başlı bir madalyon (evin kişileştirilmiş temeli) bulunur. 526 depremde yıkılan bir villada bulunmuştur. Geometrik bir tasarımın ortasında, sadece mozaikte bilinen bir motif olan kadın başlı (Kticic veya Vakfın kişileştirmesi) bir madalyon vardır. Sınırın etrafında kuş, nilüfer ve nilüfer çiftleri; tepede kurbağa ve yılan bulunur. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
40-Tavus Kuşları ve Asma Bordür Mozaiği
5. yüzyıla ait mozaik, yaklaşık 700 fit kare büyüklüğünde büyük bir döşeme mozaiğinin bordürünün bir parçasını oluşturan mevcut altı parçadan biridir. Her köşeden çıkan sürekli sarmaşık tomarı bulunur. Çeşitli kuşlar ve hayvanlar, asmanın dönüşlerinin yarattığı eliptik bölmelerin içinde bulunur. Gri, pembe ve sarı renkli bükümlü şeritten oluşan bir iç kenarlık, siyah bir arka plana karşı uyumlanmıştır. Renklerin ve koyu arka planın kademeli olarak işlenmesi, kayan sarmaşıkların kıvrımlarını yansıtan üç boyutlu çırpınan bir şerit yanılsaması şeklindedir. İki parlak renkli tavus kuşu, üzümlerle dolu bir sepetle karşı karşıyadır, tek tavus kuşu oldukları için önemini vurgulama amacıyla bu tarz tercih edilmiştir. Worcester Sanat Müzesinde sergilenmektedir.
41-Apolausis Büstü ile Zemin Mozaiği
4. yüzyıla aittir.Antakya’nın yaklaşık dokuz kilometre kuzeydoğusunda bulunan bir hamam binasında keşfedilmişti. Hamamın sunduğu olanakların keyfini çıkarmanız için samimi bir şekilde bir gül tutan, zarif bir şekilde örtülü “Zevk” figürü tarafından betimlemesi yapılmıştır. Antakya’dan biraz uzakta, Narlıca’da muhtemelen bir dizi villa içinde hamam kısmında zemin mozaiği olarak kullanılmıştır. Apolausis, hem kare hem de çapraz ızgara üzerinde tekrarlanan çok renkli desenler ve renklerle çerçevelenir ve izleyiciye sakin bir izlenim vermektedir. Zeminin yelpaze şeklindeki bölümü, odanın orijinal ucuna tekabül ediyordu. Zevkin kişileştirilmiş hali olan Apolausis Mozaiği Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
42- Zemin Mozaiği
4. yüzyıla aittir, Antakya yakınlarında bir kilise tabanında 1935 yılında bulunmuştur. Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
43- Eros ve Balıklar Mozaiği
2.yüzyıla aittir. Bir villanın hamam bölümünün zemininde bulunmaktadır. Dikdörtgen formundaki mozaiğin içerisinde iki Eros figürü ellerindeki olta benzeri aletle balık avlarken betimlenmiştir. İki düz beyaz bordür arasında dalgalı bir kurdele ile çerçevelenen üç eros’un betimlendiği mozaik, Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
44- Av Mozaiği
5. yüzyıla aittir. Kaplan ve yaban domuzu gibi havyanlar ile avlanan insanların betimlendiği mozaiği bir kısmı kaybolmuştur. Starius Dağı’nı yakın bir alanda bir villanın yemek odası bölümünde bulunmuştur. Hayvanlar ve avcılar, çiçekler ve kayalar arasında görülse de, beyaz bir arka plan üzerinde düz ve siluetli, oyulmuş figürler olarak betimlenir. Mozaiğin merkezinde kısmen korunmuş bir figür, -muhtemelen Artemis- ölü bir aslanın üzerinde duruyor ve bir dizi av skeçleriyle çevrilidir. Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
45-46-47– Zemin Mozaikleri
Sırasıyla 3.4. ve 5. yüzyıla aittir. 1934-37 yılları arasında yapılan kazılarda bazı villaların zeminlerinden çıkartılan eserler, Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
48-Apollo Mozaiği
3. yüzyıla ait mozaik bir hayli zarar görmüş durumdadır. Mozaik kare formuna yakın bir ölçüde tasarlanmıştır. Solda genç Apollo, bir desteğe yaslanmış, yayını tutan ve sadağının üzerinde dinlenen bir manzarada görünür. Bu mozaik, Defne yakınlarında (Kırmızı Kaldırım Evi’nde) bir dizi dört panelin parçası olarak bulundu. (Apollo, muhtemelen istenmeyen kucaklamalarından kaçmak için bir defne ağacına (Yunanca defne) dönüşen bir bakire olan Daphne’nin aşk dolu ama başarısız arayışını ima eden bir defne tacı takar.) Mozaikte renkleri öne çıkarmak adına cam parçalarda kullanılmıştır. Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
49-50-51- Geometrik Şekilli Zemin Mozaikleri
3. yüzyıla ait eserlerdir. Defne yakınlarında 1935-1937 arasındaki kazılarda bulunmuşlardır. (Kırmızı Kaldırım Evi) Dumbarton Oaks Müzesinde sergilenmektedir.
Elimden geldiği kadar sizlere tek tek not ederek ve araştırarak bulduğum bu hazinelerimizi anlatmaya çalıştım. Arkeolojik bilgileri elimden geldiğince kendim yapmaya çalıştım, tabi ki çeviri hataları da olmuş olabilir fakat sizlerden bu konuda anlayış, KaçırılanEserlerNerede soruma ise destek bekliyorum.
Yazımın sonunda şunu belirtmek istiyorum, bu yazıda SADECE yayınlanmış bir fotoğrafı olan MOZAİKLER ile ilgili bilgi verilmiştir. Fotoğrafı bulunmayan ve yurt dışında olan bir çok mozaik olduğunu biliyoruz. (Yaklaşık sayının 200 olduğu tahmin ediliyor.) Ayrıca; steller, heykeller, paralar ve başka bir çok eser yurt dışına kaçırılmış ve farklı müzelerde sergilenmektedir. Umut ediyorum bu yazı bir reaksiyon gösterebilmemize vesile olur.
Bugüne kadar ne oldu bilmiyorum. Ama bu eserleri takip etmek için uzmanlardan oluşan bir ekip oluşturulmalı. Eserlerin başka üçüncü, dördüncü kişilere satılmasına engel olmak ve mümkünse en kısa zamanda ülkemize ve şehrimize getirilmesini sağlamak adına ne gerekiyorsa yapılmasını diliyorum.
Gölge Oyunu, 1992 yılında Yavuz TURGUL tarafından yazılmış ve çekilmiş fantastik bir filmdir. Şener şen ve Şevket Altuğ un başrollerinin paylaştığı filmde iki oyuncu Karabiberler isimli bir komedi oyuncusu (Hacivat ve Karagöz) ikilisini canlandırmaktadır. Oyuncularımız bildiğimiz tüm filmlerin aksine roller paylaşıyor. Şener şen Abidin’i zevk düşkünü, çıkarcı, çapkın ve eli uzun, motosikletli bir serseriyken, Şevket Altuğ ise sakin, sessiz ve kalender bir insan olan Mahmut rolünu üstlenmiştir. Bu iki komedyen çoğu zaman komik hikayeleri, bazen siyasi hiciv içerikli hikayelerini pavyonda anlatarak ekmek paralarını peşinde koşarlar. (yaptıkları bu iş aslında bu bir kabare örneğidir.)
Film hemen hemen bütün sahnelerde harika bir ışıklandırmaya sahiptir. Bir gölge oyunu izler gibi izliyorsunuz filmi, sahnelerde arkaya göze batmayan açılarda düşen gölgeler yaratıyor. Atilla Özdemiroğlu’nun yaptığı müzikleriyle süslenmiş bu harika filmi ‘bu güne kadar nasıl izlememişim?’ diye hayıflanarak izleyeceksiniz.
İsmiyle filmin sonunda bizi ters köşe yapacak olan Rüya Pavyon’da pekte ilgi çekmeyen gösteriler yapan Karabiberler, maddi zorluklarla boğuşurken birde Abidin’in çapkınlıkları yüzünden işlerinden olurlar. Komşuları ve ev sahipleri olan ‘Büyük hanım’ (Füreya KORAL) işten atıldıkları gece bu iki genci yanına çağırır, gizemli konuşmasıyla sahneye giriş yapan ‘Büyük Hanım’ kiracılarının maddi durumlarını anlatması karşısında sohbete dalar ve uykusuzluk sorununu anlatmaya başlar. (Muhtemelen İnsomnia)
Kocası Eftal bey öldüğünden beri uyuyamadığını söyleyen büyük hanım bu durumu şöyle açıklar:
“Doktorlar aciz kaldılar, binde bir olan bir şeymiş, kocam eftal bey ölünce ben de tanrıdan ölmeyi diledim, ama o bana yaşam cezası verdi… sonsuza kadar… halbuki unutulup karanlıkta kaybolmak, sessizlik… ne güzel… ”
Kelimeleri ustaca seçilmiş diyaloglarıyla en güzel sahnelerden birisi buydu, Büyük Hanım mitolojik bir olaydan fırlamış karakter gibi anlattı kendi hikayesini… (Özellikle bu sahneyi muazzam oynayan Füreya KORAL hanımı bu filmde tanıdım ve gerçekten muazzam bir sanatçı olduğunu düşünüyorum.)Sahne 1
Bir gece bile geçmeden pavyondaki işlerine, hali hazırdaki borçlarını ödeştirmek için tekrar giren ikili bu yeni başlangıcın hayatlarını değiştireceğinin farkında bile değillerdi, İşe başladıkları ilk gece (uydurma ismi) Banu(Larissa Litichevskaya) isimli çok güzel bir kız pavyon sahibine burada çalışması için satılır. Fakat kısa bir sürede anlaşılır ki bu dünya güzeli kız hem konuşma hem de işitme engellidir. Duruma sinirlenen pavyon sahibi Ramazan (Metin ÇEKMEZ) Banu’yu dışarı atar… Gizemli ve hatta yer yer gerilim yüklü oyunculuğuyla göz dolduran Banu, pavyon sahibinin konuşamadığını öğrenmesinden hemen sonra yaka paça pavyondan atılır. Bu duruma çok üzülen, Yufka yürekli Mahmut mesai bitiminde gecenin bir yarısı pavyonun arka sokağında gördüğü Banu’yu yanına almaya karar verir ve asıl hikaye başlar…
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” – Tolstoy.
İlk gecenin sabahında Banu cebinden soluk bir fotoğraf çıkarır, bir türlü kim olduğunu anlayamayız ve Banu bu duruma çok sinirlenir. Ardından bu misafir (Banu) ev sahibi (Hanımefendi) tarafından sabah Abidin ve Mahmut ile birlikte çağırılır, pavyondan bir kadını evde tuttukları için tepki göreceklerinden korkan ikiliyi bir sürpriz karşılayacaktır. Aniden bir kedi, gizlice yaklaştığı Kumru’yu parçalar. Banu Kumru yu eline alır, şevkatle sever ve bir anda avuçlarından gök yüzüne salıverir. Bu olay karşısında dona kalan Büyük Hanım ile Banu göz göze gelir…
İkinci gece (Banu pavyonda işe başlamıştır.) sahne Büyük Hanım ile başlar, kime seslendiğini duyamayız ama -Geldin mi ? diye sorar. Sonradan Banu olduğunu gördüğümüz kız Büyük Hanım ın başını ellerinin arasına alır (Kumru ya yaptığı gibi) Büyük Hanım Tanrı’ya şükreder ve artık gözlerini yumabilmiştir. Hem de o çok imrendiği sonsuzluğa kadar…
Üçüncü gecenin sabahında Banu ironik bir şekilde ‘gölge oyunu’ nu keşfeder. Eline Hacivat ve Karagöz’ü alır Daha sonra yine gölge oyunu ile derdini anlatır, fotoğrafı gösterir ve ikilimizle oynadığı gibi oynar. (Sahne 2)
Dördüncü gecenin sabahında Banu işitme testine girer ve hiç işitemeyeceğini karabiberler ile birlikte öğrenir. Banu herkese ve her şeye iyi gelir, herkes onun karşısında en derin sırlarını en içli acılarını anlatabilir. Duymayan, konuşamayan Banu herkesin dilek taşı gibi gizemli bakışlarıyla bütün düğümleri çözebilmektedir.
Beşinci gece artık Banu kendince sırrı açığa vurur, hem de gölge oyunuyla, karnına bir yastık alır, ve gölgede fotoğraftaki kişinin ‘anne’ olduğunu ima eder. (Kendi annesi olduğu çıkarımı yapılsa da ben filmim sonunda fikrimi değiştirdim. Derken kader üçlüsü fotoğrafın arkasında fark ettikleri yazıyı anlamlandırması için tanıdıkları o soluk fotoğrafı fotoğrafçılarına götürürler. Fotoğrafçı ölüleri, fotoğraflarda yüzlerden görebildiğini iddia eder, bu yüzden yüzlere bakamadığını söyler ‘ölümün yüzü’ nü görmekten müzdarip olan fotoğrafçı küçük soluk fotoğraftan ‘Zeliha KUMRU’ ismini çözebilmiştir. Banu fotoğrafı alır ve annesi olduğunu ima ettiği o soluk kağıt parçasını fotoğrafçıya zorla gösterir… Fotoğrafçı’nın ağzından ise şu sözler dökülür: ‘Yaşıyor da diyemem yaşamıyor da, çok tuhaf’ Sahne 3
Mahmut ile Banu’nun ilişkisi Abidin’i çok gerer bir çok sorunun yanında Banu’nun da bir sorun olduğu gerçeğini Mahmut’un görmediğini düşünmektedir, bu durum kısa sürede ikiliye ilk kavgasını yaşatır. Eve varırlar… fakir bir çay masası etrafında bu kez Banu’nun gizemli gözlerine Mahmut dökülecektir. Hem de karakterini en çok belirleyen sırrıyla. Mahmut neden kadınlarla iletişim kuramadığını onları neden sevemediğini ve yaklaşamadığını Banu’nun gözlerinin ta içine anlatır. Aynı masada Mahmut aniden Banu’ya ‘Kumru hanım …’ diye seslenir. İçini açtığı Banu’ya ‘Kumru’ ne demek onu gösterir -tabi ki ismiyle müsemma ‘gölge oyunu’ ile- Ve böylelikle Banu ismi bir evrime uğramıştır ve artık bu gizemli yolcunun adı ‘Kumru’ olmuştur.
İkili artık maddi sıkıntılardan bunalmış ve Abidin’in de zoruyla hırsızlık yapmaya karar verir fakat Mahmut’un içi bunu kaldırmaz. Fakat dertler büyümektedir, bu kez ‘Büyük Hanım’ ın kendilerine müsaade ettiği evden de kovulurlar. Artık kaderin evsiz 3 yolcusudur onlar: ışığın aldanışında, gecenin gizeminde gezer dururlar.
Altıncı geceyi motosikletin başında geçiren üçlü, sabah bir gazete küpüründe Kumru’nun annesinin hapishanede olduğunu anlarlar. Bu sabahtan itibaren artık yolculuk başka yöne gidecektir. Mahmut ile Abidin Kumru’nun annesini arama ile ilgili kavga ederken Kumru cebinden tomarla para çıkarır ve bu üçlünün sonunu getirmiştir. Artık Abidin tek başına ekmeğinin derdine başka yol arkadaşlarıyla düşecek, Mahmut ise kendisini tamamen Kumru’nun annesini bulmaya adar.
İkili bir süre için yolları ayırır, bu arada Rüya Pavyon’da devam eden Kumru ve Mahmut için zor bir gecedir, pavyon fedaisi konsomatris kızlardan birine asılan müşteriyi bıçaklar, bu arada Abidin dostundan uzak zor günler geçirmektedir, her ne kadar bir ortak bulsa da iç dünyasın ki buhranı atlatamaz ve intihar eder. Mahmut yaşanan bıçaklanma vakasından korkan konsomatris kadını ayıltmaya çalışırken bileklerini kesen Abidin’in haberi gelir. Fakat burada da Kumru bu durumu hissetmiş ve Mahmut’a zaten anlatmaya çalışmaktadır. Sahne 4
Abidin’i hastane ye yetiştiren Mahmut, arkadaşının da gönlünü kazanmıştır. Hastane de sohbet ederken film boyunca güçlü görünen, bitirim, dediğim dedik Abidin pes eder ve dökülür:
“Annemi son gördüğümde üzerinde parlak kumaştan bir elbise vardı. Yakaları açıktı, göğüsleri görünüyordu. Ateş kırmızı bir rujla dudaklarını boyuyordu, onunla ilgili hatırladığım son şeyler bunlar. Dudaklarını boyadığı gün evden kaçtı, beni terk etti… Sen bunları bilmiyorsun, çocuk yaşta yalnız kaldım. Terkedilme duygusu öyle içime işlemiş ki çocuk yaşta… Diyordum ki, nasılsa bırakıp gidecekler, o zaman sen daha önce tüy… Kim olursa olsun! kadın, erkek… Nedense, bilmiyorum… Bir tek seninle ortaklığım acayip oldu, kral bir arkadaştın, ruhunda asil bir yan vardı. sanki benim kalbimin iyi tarafıydın.”
Yollar yeniden kesisir, gönüller barışır ama hikaye henüz bitmemiştir. Mahmut geze geze bir şekilde bir hapishane ye gelir, ‘Zeliha Kumru’ ismini sorar, Hapishane görevlisi bütün haneleri dolu bir defterde isimleri tek tek arar, her hane de yazılar tamamen dolmuş herkesin giriş bilgileri çıkış bilgileri yer almaktadır, ‘Zeliha KUMRU’ ismine gelince defterin karşılığının boş olduğunu görürüz, henüz hesabı kapanmamış bir mahkum… Mahmut: (heyecanla) (#CehennemKayıkçısı #Kharon gibi bekleyen) hapishane memuruna sorar ‘Peki ziyaret edebilir miyiz?’ Memur: ‘Hayır ! Her şeyin bir günü, bir saati vardır!’
(Ceza evi memuru Kharon’un #styks nehrinden karşıya geçirmesi gereken bir ölüyü görmüş gibi bakar Kumru’ya…) Yine de yarı ölü nün karşılaşması)
Sonunda, Kumru annesine kavuşur, tel örgünlerin ardında anne/kız işaret diliyle hasret giderirler, Kumru cebindeki parayı da annesine teslim eder, sanki ihtiyacı olan tek şey; Kharon’a verilmesi gereken o paraymış gibi, bütün görev sona ermiş gibidir, Kumru annesini arkadaşlarıyla tanıştırır, kavuşması sağlayan insanları annesine gösterir. Tel örgülerin ardından onlarında parmak uçlarına dokunur, bu dokunuş sanırım bir rüyanın sona erdiğinin zil sesi gibidir.
İşaret dili ile:
Kumru: Ben senin dünyana geldim! Anne: Hoşgeldin (bende kabul ettim) Sahne4-2
Son gece: Kumru bütün düğümleri kesmiş, bütün dilleri çözmüştür. Kedinin yaraladığı Kumru’yu, Arafta kalan ‘Büyük Hanım’ı, Ölüleri gören fotoğrafçıyı, boynunda ip izi bulunan hapishane memurunu ve Abidin’i hatta son gecesini geçirdiği Mahmut’u: karanlık bir sokağı saran sis gibi bir gizemle kaplamıştır. Bu geceden sonra hiç bir şey Mahmut ve Abidin için aynı olmayacak/kalmayacaktır.
Sabah kalkan Mahmut ve Abidin Kumru’yu bulamaz. Telaşla hemen hapishaneye gider, annesinin yanına bakmak isterler, hapishaneye vardıklarında başka bir memur karşılar ikiliyi, Abidin ve Mahmut ne yaparlarsa yapsınlar ne annesine ne de Kumru’ya ait bir iz bulamazlar. İşin ilginç yönü memur bile farklı bir memurdur. Sanki anne’nin dokunuşu ile son günün izleri tamamen silinmiştir…
Mitolojik olanın kendini sürekli tekrar eden bir döngüsellikten beslenmesi, doğum ile ölüm arasındaki süreci çizgisel bir doğruda tahayyül etmemesi, yine bu süreç içinde kahramanın karşılaştığı tüm kötücül ve doğaüstü güçleri tek bir varlığın bölünerek insanın kendi kendisiyle mücadelesi olarak algılaması; tasavvufun insan yaşamı için kullandığı çember metaforuna benzemektedir. Gölge oyununda da içerik olarak güncelleştirilmiş olay ve söz dolantılarının, kendini sürekli tekrar eden bir biçime eklemlendiği görülmekte, devralınan biçim bizzat anlatının taşıyıcısı olmaktadır.
Görülüyor ki insan yaratılış ve evrenle ilgili tasavvurunda kukla ve gölge oyununu bir metafor olarak kullanmış, insanı hayal aleminde yaşayan görüntülere benzeterek aydınlık ve hakikati, hareket ettiren ve konuşanı daima görünenin arkasında saklı tutmayı yeğlemiştir. Seyirci gerçek olmayan bu görüntülerin ardında Tanrısal gerçeği seyre dalar, aynı zamanda tıpkı bu görüntüleri oynatan hayalci gibi Tanrı’nın da insanları böyle yönettiğini kavramış olur.
Kaynak:Gölge Oyununda Varlık Ve Mevcudiyet Fikri Elif AYDINALP
İkili, Rüya Pavyon’a dönerler, bütün pavyona tek tek Kumru’yu sorarlar, fakat nafile… Hiç kimse Kumru’yu hatırlamaz, pavyonda birlikte fotoğraflarını çeken fotoğrafçı, konsomatrisler ve hatta pavyon sahibi bile. Abidin ve Mahmut derinden yaralanmıştır, hem yarıda bırakılmış hissi, hem gerçek/hayal kavramının karışması ikiliyi iyice endişeye sürükler. Mahmut çılgına döner, hemen fotoğrafa bakarlar, herkese Kumru’yu gösterirler… Fakat Kumru’yu sadece Abidin ve Mahmut görebiliyordur fotoğrafta bile..
Abidin Mahmut’u kenara çeker:
Mahmut: Bize numara yapıyorlar! Abidin: Hayır onlar kumruyu hatırlamıyor! Mahmut: Fotoğraf? Abidin: Bizim gördüğümüzü onlar görmüyor ki? Mahmut: Bunlar rüyamı sence Abidin: İki kişi aynı rüyayı görür mü ? Mahmut: Nerde kumru ? Abidin: Kim bilir ?
Dışarıdan gelenler için gerçeğin bir öneminin olmadığı, ve hatta gerçeklerin bir pusa büründüğü, korkakların kahramanca hikayeler anlattığı, fakirlerin zengin rolü yaptığı Rüya Pavyon’un içerisindeydi bu kez gerçek fakat bu gerçek sadece iki kişilikti. Abidin ve Mahmut için ışık varken oluşan bir gölgeyi Kumru, ışık gitti Kumru yok oldu…
Kumru dilsizdir, ama herkesle konuşabilir, Kumru sağırdır ama herkesi dinler, ve hatta herkes Kumru’ya içini açmak için fırsat kollamaktadır. Pavyonda tek sermayesi konuşmak olan konsomatrisler sürekli konuşurlar ama kimse dinlemez, pavyon müşterileri sürekli konuşur fakat kimse dinlemez. Bu bir gölge oyunudur.
Son sahnede ise bize filmi tek kelime ile anlatmaya çalışıyor sihirbaz: Kim bilir ? Sahne6 Kim bilir… Banu muydu ? Kumru mu ? Var mıydı ? Yok mu? Gerçekten iki kişi bir rüya görebilir miydi? Sahne 7 (KİM BİLİR?)
Teoriler:
1- Sufism vb inanışlarda insana Allah’tan bir zerre verildiği, bu sebeple herkesin yaradılış izi taşıdığı bu siyah ve beyaz gibi iki ayrı ‘şey’ in içimizde olabileceğini ileri sürer, (Ying yang gibi) Nitekim, Yönetmen ve Senarist Yavuz TURGUL’un da bir röportajında değindiği gibi: Aslında Abidin ve Mahmut tek kişidir, yalnız ve çaresizliklerinde bir rüya görmüşlerdir.
2-Büyük Hanım’ın laneti:(sisyphos) Büyük hanım tanrı tarafından yaradılışa/kader e karşı geldiği için sonsuza kadar uyku ile lanetlenmiştir. Bazı eleştirmenler bu durumun mitolojik bir gönderme olduğunu düşünmektedir.
3-Kumru Phantasos mudur? #Morpheus’un kardeşi #Phobetor kabus, #Phantasos ise fantastik rüyalar gördürür. Morfin adını Morpheus’tan ve onun rüya görmeye sebep olan gücünden alır. Fobi dediğimiz nedensiz korkular adını kabus görmeye neden olan tanrı ‘Phobetor’dan alır. Fantezi kavramı da yine Morpheus’un kardeşi olan ‘Phantasos‘dan gelir. Kumru hayatına girdiği herkese bir fantazma yaşatır. Bu herkesin büyülendiği farklı bir dünyaya giriş gibidir, insanın dilini düş dünyasını çözer büyüler.
4-Hapishane Memuru: Yarı ölü Kumru’yu gören, (başka bir dünyadaki) Anne’yi parayı alamadığı için bekleten hapishane memuru, Kumru’nun annesine #Stkys nehrinden geçme ücretini verdiğinde, hem memur, hem Anne, hem de Kumru sırra kadem basar.
5-Fotoğrafçı; Fotoğrafçı bizi temsil eden uyku hali midir ? Ya da Karanlık ruhları ışık görmeyen mağarasında saklayan #Somnus mudur? (uyku tanrısı. ölümün kardeşi ve gecenin oğludur.)
KAYNAK:
1- Gölge Oyununda Varlık Ve Mevcudiyet Fikri Elif AYDINALP
2- Türk Sinemasının Gizli Hazinelerinden Sayılan Yavuz Turgul Filmi: Gölge Oyunu : https://seyler.eksisozluk.com/
Çok uzun yıllardır şehrimizin turizm yükünü çeken, #Antakya denilince akla gelen bu iki eser kentin simgesi olmuş durumda. #Hatay’da hemen hemen her köşe başında bir harika eser olduğunu biliyoruz, ama #SaintPierreKilisesi ve yıllarca yerel halk tarafından Hz. Meryem kabartması zannedilen #Kharon’u ayrı bir köşeye koymamız gerekiyor. Antik dönemden günümüze kutsal sayılan Starius Dağı’nda bulunan bu eserler şehre yaklaşık 5-6 dk mesafede yer alıyor. Antakya Harita Okumaları-2 yazımda size bu çevrede yer alan Kharon ve Saint Pierre Kilisesi’ni anlatmaya çalışacağım.
Roma Dönemi #Antioch şehrinin rekonstrüksiyonu, St Pierre burada yer almıyor ama biz Müze Otel ve Demirkapı’nın bulunduğu alana göre çıkarım yapıyoruz:)Tabula Peutingeriana olarak bilinen dünyanın ilk atlası, Antakya bir Tykhe ile betimlenmiş, bu haritayı 3. yazımızda inleceyeceğim. 1912 Antioch Kaynak: https://www.alamy.com/antioch-antakya-antique-town-city-plan-turkey-1912-old-map-chart-image242553528.html
Saint Pierre Kilisesi: Antakya-Reyhanlı yolu üzerinde, bugünkü Haç Dağı’nın şehre bakan batı yamacında yer alan mağara/kilise yapısıdır. Bir çok özelliği dolayısıyla Hristiyanlar için büyük önem taşımaktadır. #SaintPetrusKilisesi olarak da bilinir.
Saint Pierre Kimdir ?
Petrus ismiyle bilinen, (#SimunPetrus Ölüm M.s.-64) Hz. İsa’ın 12 havarisinden birisidir. #Filistin, #Celile’de dünyaya gelmiştir, Asıl mesleği balıkçılık olup, Katolik Kilisesi’ne göre ilk papa ve İsa’nın varisi sayılmaktadır. 29 Haziran 67 de Roma İmparatoru Nero yönetiminde ters çarmıha gerilerek öldürülmüştür. Hristiyanlığı bir çok şehirde yaymaya çalışsa da en çok etkili olduğu şehir #Antakya olmuştur. Roma Suriye’sinin başkenti olan #Antakya şehrinin ilk patriği ve kilisesinin kurucusu olarak kabul edilmektedir.
Peter Paul Rubens çizimiyle Saint PetrusMarco Zoppo çizimiyle Saint Petrus
İncil’de (Resul’un İşleri) Barnabas’ın Tarsus’a giderek Pavlos’u Antakya’ya getirdiği, Antakya’da bir yıl birlikte çalışarak Hristiyanlığı yaydıkları ve bu dine inananlara ‘Hristiyan’ adının verilmesinin Antakya’da gerçekleştiği bilinmektedir. Bu bilgilere ek olarak Pavlos’un Galatya’lılara yazdığı mektupta Antakya’ya gelen #Petrus ile Hristiyanlığın o günkü durumunu tartıştığını belirtmektedir.
Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Petrus (yani #St.Pierre) #Antakya’ya gelerek (M.S. 29-40) Hristiyanlığı yaymaya çalışır, bir çok dini toplantıların yapıldığı bu kilisede “Hristiyan” adının (#Christian) ilk kez burada verilmiş olması (henüz hristiyan mezhepler ortada yokken) St. Pierre Kilisesi’ni hristiyanlar için daha kıymetli hale getirmiştir.
HRİSTİYAN SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENİ:
Hristiyan sözcüğünün kökeni, mesih kelimesinin Yunanca karşılığı olan #khristos (#χριστός) kelimesine dayanır. ce meşiha, İbrânîce mâşiahtır. ( ‘kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış’ ) Sâmî dillerde müşterek olan kelimenin fiil kökü Arapça’da meseha, Asur dilinde maşâhu, Ârâmîce ve İbrânîce’de mâşâh olup “el sürmek, elle sıvazlamak, boyutunu anlamak için eli bir şeyin üzerine koymak, yağ sürmek, yağla meshetmek” anlamındadır.
#Khristos olarak adlandırılan İsa’ya inananlara ilk olarak #Antakya‘da Hristiyan (#Χριστιανός #Khristianos) denmeye başlanmıştır. Bu dinin mensupları Batı dillerinde Christian, Türkçe’de Hristiyan (Hıristiyan) şeklinde adlandırılır. Yeni Ahid’de Hristiyan (Christianos) adı Resullerin İşleri (11/26, 26/28) ve Petrus’un (Pierre) Birinci Mektubu’nda (4/16) olmak üzere yalnızca üç yerde geçmektedir.
#StariusDağı ve #AntakyaSurlarıSaint Pierre Kilisesi ve Kharon
Haç Dağı ve çevresinde bugün gün yüzüne çıkmış veya tahmin edilen bir çok eser bulunmaktadır. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi #NecmiAsfuroğluArkeolojiMüzesi ‘de bu harika eserlerden birisidir. “Dünyanın ilk mağara kilisesi” olarak bilinen #StPierreKilisesi de aslında Haç Dağı’nın (Stauris Dağı) batı cephesinde yer alan bir çok mağaradan birisidir. Bu dağın doğal yapısından dolayı sıkça büyük kaya yapılarına rastlayabilirsiniz, bu yapılar yapı malzemesi, heykeller için ana malzeme gibi işlemler için kullanılmasının yanı sıra, bazı doğal veya insan eliyle yapılmış mağaralarda sıkça görülmektedir. Bunlardan bir çoğu dönemin şartlarında sığınmak ve (Roma dönemi) Hristiyanların misyonerlik faaliyetleri sırasında saklanmak için yapılmıştır, bu mağaralardan birisi de St. Pierre ve arkadaşlarını saklamış onlara ev olmuş ve Hristiyanlığı yaymaya başladıktan sonra bu alan kiliseye çevrilmiştir.
Kilisenin ortasındaki taş sunağın üstünde eskiden 21 Şubat tarihinde Antakya’da kutlanan Saint Pierre Kürsüsü Bayramı için yerleştirilen taştan bir kürsü vardır. Sunağın üzerindeki mermer Saint Pierre heykeli 1932 yılında yerleştirilmiştir. 1098 yılında Antakya’yı ele geçiren haçlılar kiliseyi birkaç metre daha uzatıp iki kemerle ön cepheye bağlamışlardır. Bu cephe 1863 yılında, Papa IX. Pius‘un isteğiyle restore işlerine girişen Kapusen rahipleri tarafından yeniden yapılmıştır. Restorasyona III. Napolyon da katkıda bulunmuştur. Kilise girişinin solunda duran kalıntılar bir zamanlar ön cephenin önünde bulunan revaktan geriye kalmıştır.
Fotoğraf: Kapusen Rahipleri Antakya’da öğrencileri eğitiyor
Mağara’nın hemen girişinde zeminde 4. ve 5. yüzyıllara ait mozaikler bulunur. Bu mozaiklerden bugün pek az izi kalabilmiş kimi duvar resmi kalıntılarının da 12-13.yüzyıllardan kaldığı belirtilmektedir. Mağara Aziz Petrus ve müridleri tarafından ‘ayazma’ olarak da kullanıldığı düşünülmektedir. Zira biz mağara/kilisenin tavanından ve çevresinden sızan suların halen kutsal kabul edildiğini ve vaktiyle vaftiz törenleri için kullanıldığını biliyoruz.
Ayazma: Hem soğuk su kaynağı, pınar anlamına geldiği gibi çardak ve serinlenilen yer anlamına da gelir.
Cehennem Kayıkçısı: Kharon
Cehennem Kayıkçısı #Kharon: (#Kharoon #Charon #Charonion) Yunan Mitolojisinde #Styks (#Akheron #Stiyks) nehri olarak bilinen ve iki dünyayı ayıran nehrin bekçisidir. Tablo ve çizimlerde genelde asık suratlı, kaba ve pinti bir ihtiyar olarak betimlenen #Kharon ölülerin ruhlarını #StyksNehri’nden karşıya geçirmekle görevlidir. Ruhları karşıya geçirmek için para isteyen Kharon’un karşısında çaresiz kalmamak için, antik dönemde insanlar ölülerin ağzına bir adet ‘obolos’ koymaktadır.
Tablo ile ilgili ayrıntılı bilgi için. https://twitter.com/tablofelsefe/status/1284171004571344896?s=20
Kharon ücretini aldığı herkesi nehrin karşısına bırakırken, parası olmayanlara karşı kesinlikle merhamet göstermiyordu, kıyıda kalanlar ise yüzyıllar boyunca Hades’in himayesine giremeyecek, bedenleri toprağa değemeyecek ve benzersiz acılar çekecekti.
Dante’nin İlahi Komedyasında Kharon’dan şöyle sözedilir: Mitolojik varlık kayıkçı Charon, Acheron (Asi) nehrinde insanları taşıyor. Acheron nehri kıyıları cehenneme girişin geçitindedir. Mitolojik kayıkçı Charon tarafından ölü ruhlar cehenneme taşınır. Burda geçitin kıyısında hayattayken iyi ve kötü arasında bir seçim yapamamış bazı kimseler kalmıştır. Onlar hala gerçek bir cehennemde değildirler ancak bu bölgede sonuza kadar hapsolmuş olarak deliler gibi etrafta bir flamanın peşinde koşturan ve eşek arıları tarafından sokulan ve bazı kurtçuk ve böcekler tarafından kanları sürekli emilen kimselerdir. Dante, Virgil’in rehberliğinde cehennemin kıyısındaki Acheron nehrinin kıyısına gelir. Kayığı kullanan Charon, Dante’yi karşı kıyıya, cehenneme geçirmeyi kabul etmez.
Antik dönemde insanların sıkı sıkıya bağlı olduğu ölülerin para ile gömme ritüeli öyle alışkanlık haline dönmüştü ki, erken Hristiyanlık döneminde ölüyle birlikte altın değerli eşya veya bir kese para gömülüyordu. Antik Yunan medeniyetinin en çok etkilendiği uygarlık olan Mısır’da ise durum yine aynıydı, Mısır Mitolojisine göre insanlar ölüleri #Osiris’in huzuruna çıkaracak olan kayıklara bindirirler ve bu kayıklar yer altı dünyasının karanlık sularında ‘#Khu-en-ua ‘ isimli bir kayıkçı tarafından yönlendirilirdi. Mısır Mitolojisinde #Khuenua, arkasını gören adam olarak tanımlanan kayıkçı #Khuenua, Yunan Mitolojisinde yerini #Kharon a bırakmıştı, Mısır’da ölülerin geçtiği yeraltının karanlık suları (sunular bataklığı) ise Yunan Mitolojisinde #Styks Nehrine dönüşmüştü. (Bknz:Antandros Nekropolisi Sikke Kontekstli Mezarlar-Bala YILDIRIM)
Eski Mısır’da ölü ritüelleri – Ölünün hazırlanışıEski Mısır’da ölü gömme ritüelleri – İsis’in terazisiEski Mısır’da ölü ritüelleri – Mumyalama ve iç organların ayrılması işlemi
#Myanmar olarak bilinen ülkenin antik toplumu Mon’lar ölülerin ağzına aynı inançla altın ya da gümüş bir para bıraktığı bilinmektedir. Hatta bu konu ile ilgili İslamiyet’te ölü yıkayıcı olarak bilinen Gassal’ların (Gassal: Ölü yıkayıcı, Gasilhane görevlisi) modern birer Kharon görevi gördüklerine yönelik görüşler de vardır. (Bknz:İslamiyet’in Kharonları: Gassallar Gülseren GÜLDESTE)
Antakya Kharon’unun hikayesi ise şöyle: #Seleukosİmparatorluğu döneminde (#HellenistikDönem) kenti büyük bir veba salgını ele geçirir. Bu salgından kurtulmak için aranan onca çareye rağmen kriz çözülemeyince yönetici #Antiokhos (IV.Antiochos) kentin kahini #Leios’unda ısrarıyla bir kabartma inşa edilmesini emreder. Bu eser Kharon olarak seçilmiş, 4 metre boyunda, 3 metre eninde inşa edilirken, salgının bitmesiyle yarım kaldığı iddia edilmektedir. Eser kente kuzey yönünden oldukça uzaklardan görülebilecek şekilde inşa edilmiştir. Bunun sebebi kenti kutsayıp, hastalıktan kurtaracağı düşüncesidir. #SilpiusDağı nda bulunan bir ana kaya oyularak yapılan heykelin başında (genelde doğuda yer alan eserlerde bulunur) ‘tiara’ isimli bir başlık bulunmaktadır. Heykel bugün oldukça aşınmıştır.
St. Pierre Kilisesi’nin hemen yanında yer alan patikadan kuzey yönünde yaklaşık 250-300 metre yürüyerek ulaşabileceğiniz Kharon kabartması şehrin çok daha güzel göründüğü nispeten daha yüksek bir alanda yer almaktadır. Yazımın sonunda yer alan belgeselde bu patikayı çok rahat görebilirsiniz. St. Pierre Kilisesi’nden sonra sadece heykele varmadan hemen önce bir adet tabela göreceksiniz, maalesef yürüyüş yolu da pek tekin değil, her ne kadar kısa bir mesafe de olsa spor ayakkabı tercih edilmeli.
St. Pierre Kilisesi ve Kharon kabartmasını ziyaret ettikten sonra sadece 15-20 yürüyüşle #Demirkapı’yı (#BabıHadid) ziyaret edebilirsiniz, Antakya Harita Okumaları-1 kapsamında incelediğim Demirkapı yazısını sitemde okuyabilir, Youtube kanalımda belgeselini izleyebilirsiniz.
BELGESEL:
Kaynaklar:
1-https://islamansiklopedisi.org.tr/hiristiyanlik
2-Katolik İnancına Göre İsa’nın Halefi ve İlk Papa: Petrus – Muammer ULUTÜRK
Antakya’nın, doğunun kraliçesinin günümüze ulaşmış en büyük mimarilerinden birisi olan #BabıHadid yani #Demirkapı bir kaç bin yıl önce şehrin bugün de yaşadığı bir takım problemleri çözmek amacıyla inşa edilmiştir. Şehrin beş kapısından biri olduğu özellikle internet ortamında bütün kaynaklarda geçse , Antakya’nın hangi dönemi kastedildiği açıkça belirtilmiyor, farklı yıllarda bir veya birden çok kapı isimleri olduğu için ben #Demirkapı ‘ya şehrin en önemli kapısı tanımlaması yapmak istiyorum. Şehrin muhafızı: Demirkapı …
Antakya şehir surlarının devamı olan Demirkapı, şehrin ve surların sahibi #Seleukos I. Nikator zamanında yapılmıştır. Fakat bazı kaynaklarda Demirkapı için deprem ve afetlerden zarar gören Antakya’yı tekrar imar eden #Justinianus tarafından, alanda bulunan kalıntılar üzerine bir bent olarak inşa ettirdiği geçmektedir. Bu dönemde bir çok kez sel felaketi yaşayan kenti Demirkapı şehri uzun bir süre koruyacaktır…
Şehir merkezine 3km uzaklıkta bulunan Demirköprü’ye aşağıda ayrıntıların belirttiğim güzergahlardan, yürüyüşle sadece 8-9 dakikada ulaşacaksınız. Dağların vadiye bakan kısımlarında yer alan kayaların kırılarak oluşturulduğu patikalardan yürümek, size antik döneme açılan bir zaman tünelindeymişsiniz hissi veriyor. Geziniz için bahar aylarını seçmeyi ayrıca eğer yorulmazsanız vadiyi takip ederek #AntakyaKalesi’ni de ziyaret etmeyi unutmayın.
DEMİRKAPI’YA NASIL GİDEBİLİRİM?
Demirkapı’ya iki ayrı yoldan gidebilirsiniz; 1-İlk yol St.Pierre Kilisesi otoparkından (Görsel:1) (aracınızı buraya bırakmalısınız) devam eden toprak yoldan devam edeceksiniz, bu yolda biraz yokuş çıkarak, Demirkapı patikasına ulaşacaksınız. Bu patika yaklaşık 10 dakika yürüdüğünüzde sizi Demirkapı’ya ulaştıracaktır. 2-Aynı patikaya, #NecmiAsfuroğluArkeolojiMüzesi’nin karşısında bulunan İzmir Caddesinden (Görsel:2) İzmir Caddesi boyunca yaklaşık 1-2 dakika ilerleyip, St. Pierre caddesi olarak görünen alanda aracının bırakarak, gecekonduların arasından yine aynı patikaya çıktıktan sonra yaklaşık 10-15 dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz. Sizlere tarif ettiğim her iki yolda küçük bir yürüyüş parkuru içermektedir, yani yanınıza suyunuzu almayı ve rahat şeyler giymeye özen göstermeniz gerekmektedir. Özellikle bahar mevsimini tercih etmeniz görsel açıdan sizi doyuracaktır.
Bir kapıdan, daha çok şehir surunu andıran yapı, zamanla #Aqueduct a çevrilmiştir. Yapının üzerinde bulunan bir kaç penceresi ile sel sularının gücünü kırarak, daha derin bir alanda geniş bir su birikintisi haline dönüşüyor ve gücünü kaybettiği için şehre zarar vermiyordu. (Zaten demir kapı ismi bu pencerelerde bulunan demirlerden verilmiştir diye tahmin ediliyor) Yani Demirkapı, Antakya’yı hem insani hem de doğal olaylardan kolayca koruyan kadim bir gardiyan gibi binlerce yıl görev yapmıştır. Bu görevi başarıyla tamamlayan yapı şimdilerde hak ettiği ilgiyi ve bakımı maalesef göremiyor.
(Kabaca sıralayacak olursak: 1-Şehir Suru, 2-Taşkınlar için bent , 3-Su yolu (aquaduct) , 4-Şehrin giriş kapısı)
Not: Aqueduct kelime kökeni: aqua (su) ve duktus (kanal,yönlenirme) (Latince)
F: Daphne’den su getiren kemer (muhtemel Trajan ve Memekli)
1905-2021 Demirkapı’den Şehre Bakış
1900-2021 Memikli Köprü
1800-2021 Demirkapı
Kaynaklarda kadim #Antioch da bir kaç kez şehri tamamen etkileyen evleri harap edecek kadar büyük olan sel felaketleri yaşanıldığı bilinmektedir (bunlardan birisi, yakın zamanda müze olarak açılan #NecmiAsfuroğluArkeolojiMüzesi nin tam ortasından geçmiş ve bugün bile izleri belirgin bir yıkım oluşturmuştur. Hatta müzenin mimari planı bu taşkına göre planlanmıştır.) Bu taşkının sebebi #Orontes yani #AsiNehri‘ni besleyen ve şehirde bugün unutula gelmiş iki küçük nehir yatağının, dağlardan gelen suları şehrin içerisinde havzasından taşırmasıdır.
Şehrin doğusundan yani bugün #HabibiNeccarDağı olarak bilinen (Starius) dağının vadileri arasından doğan sık sık taşkınlara sebep olan bu derelerin isim #Parmenius ve #Phyrminus olarak geçmektedir. Hacı Kürüş Deresinden doğan #Parmenius oldukça sık su taşkınları oluşurdu, bunlardan bir tanesi ise #Onopnictes ismi verilen su taşkını idi şehre çok zarar ve bu taşkından sonra bir çok konut zarar gördü. Antakya’nın biraz daha güneyinde yer alan #Pyhrminus ve #Parmenius bugün sadece şehrin pis suyunu akıtan iki küçük dere olup antik dönemde şehir plancılarını yine aynı sebeplerden oldukça zorlamıştır. #Demirkapı bu sebeple aynı zamanda bu iki dereye akan sel sularını durduracak bir bend gibi de kullanılmıştır. Yine bir çok kaynakta görülen, Antakya planlarında açıkça seçebildiğimiz su kemerleri şehrin hala her köşesinden sezilmektedir. Bunların en çok bilinenleri #Trajan (halk arasında #Kantara) ve #MemikliKöprü olarak bilinen yapılardır.
Bugün yer yer bozulan nehir yatakları ve eski Antakya’ya dair izler.
Antik dönemde Antakya Kapıları, taşkına sebep olan nehir yatakları
Kadim #Antioch ‘un en önemli yapılarından, Demirkapı’nın dağın ve şehrin diğer bölümlerinde bulunan surlara göre nispeten daha sağlam olması, bugüne kadar ayakta kalmasını sağlamıştır. Bu sağlamlığı ise şuna bağlıyorum, sellerin ve yıpranmanın vadinin ortasıda, suların yıprattığı yerde olduğu düşünüldüğünden en sağlam taşların ve harcın burada kullanıldığını düşünüyorum.
Henry BARTLETT – Antakya Batı Surları
#Cassius ve #Starius dağlarının sert kayaları, Demirkapı ile birleşip #Antakya’yı bir çok tehlike ve düşmandan yıllarca korumuştur. Şehir surları Antakya’yı Mısırlılardan, Ermeni Krallığından, Müslümanlardan korumuştu, zamanla Müslümanların eline geçen şehri, bu kez Haçlı Seferlerinden Müslümanları koruyacaktı. Geriye kalan bir avuç taş bugün bizim korumamıza muhtaç, ama maalesef biz bu görevi ciddiye almıyoruz.
Antakya Kalesi ve Surları:
Mimar, #Xenarios tarafından coğrafi duruma ve vatandaşlarının ihtiyacına göre kurulan #Antioch şehri kurulduğu günden beri kadim surlarla çevriliydi ve hatta İstanbul surlarından sonra ülkemizde en uzun sur duvarları olarak kabul edilmektedir. Starius Dağı’nın zirvesinde yer alan Antakya Kalesi’ni, Asi nehrini kıyılarını (yazı sonundaki çizime göz atın)Antik dönemde yer alan ve içerisinde imparatorluk sarayı hipodrum ve kamu yapılarını barındıran adayı bile tamamen sararak tekrar Asi nehriyle buluşan bu surlar bugün yapılan tahminlere göre yaklaşık 23.500 metre olduğu düşünülmektedir, maalesef günümüzde bu sur kalıntılarının sadece 8000 metre kadar bir bölümü korunmuştur.
Antakya Surları Gravürü
Doğu Kapısı
Illustration of a Ruined city walls of Antioch
Dük Kapısı / Halep Kapısı
Demirkapı yaklaşık 20metre genişliğinde ve 25 metre yüksekliğini geçerken, surlar şehre yakın bölgelerde 10-15 metre genişlikte, 20-25 metre yüksekliğe ulaşıyordu. Şüphesiz sürekli savaş, deprem ve afetlere maruz kalan şehirden dolayı surlarda bir çok kez restorasyon ve yeniden inşa edilmeye maruz bırakılmıştır.
Antakya Sur Kalıntıları
Şehrin, kuzeyde Halep Kapısı (St. Paul), doğuda Demir Kapı, güneyde Şam Kapısı, batıda Köprü kapısı ve kuzeybatıda Köpek Kapısı olmak üzere bir çok kapısı vardır. Antik dönemden başlayarak 1000-1100 lü yıllara kadar bu kapıların ismi ve sayısı değişkenlik göstermektedir.
İsmini hatırlayamadığım bir oyundan altığım kentin giriş kapılarını gösteren Antakya Kuşatması (Haçlı Seferleri)
Silpius Dağı’nın zirvesinde yer alan Antakya Kalesi’ni, Demirkapı’yı ve kent surlarını size anlatmaya çalıştım. Bir sonraki yazımda Antakya Kalesi yakınlarında bir bölgede bulunan büyük tapınağı ve aşağıdaki çizimde görmüş olduğunuz dev Antakya’yı sokak sokak anlatmaya çalışacağım.
Antik dönem Antioch’un temsili rekonstrüksiyonu. (Ada olan bölgeyi incelemek için, internet sitemde yer alan Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi yazıma göz atın)
Jonah is spat out by the whale. Caption reads: ' And the Lord spake unto the Fish, and it vomited out Jonah upon the dry land. ' Jonah 2. After an engraving by W French. (Photo by Culture Club/Getty Images) *** Local Caption ***
(SEPTİMUS SEVERUS ZAFER TAKI)
Yunus Sütunu, (Bab-ı Yunus: (Yunus Kapısı)) Hatay’ın İskenderun ilçesinde deniz kıyısında yer almaktadır. Denizciler ve Sarıseki mahallelerinin sınırında bulunan bu kalıntı yaklaşık 1.5 metre eninde 4 metre yüksekliğinde olup, kesme taşlarla ayağa kaldırılan bir anıtsal kapının sadece küçük bir ayak kısmıdır. Bazı kaynaklarda #Sarıseki ve #Denizciler mahallesinin ismi bizzat bu yapıdan gelmektedir, yani bir dönem bu bölge tamamen #BabıYunus ismiyle anılmıştır. Yapı bugün İskenderun-Adana demiryolu ile e5 karayolu arasında kalmış, çevresi tamamen yol ve demiryolu genişletme çalışmalarıyla (birkaç kez) tahrip edilmiş bir haldedir.
Yunus Sütünu, Sarıseki Kalesi ile birlikte, yine ismini mahallenin kendisinden alan kanyonun, denize açılan eteklerinde yer alır. Bu alan doğal bir geçit durumunda olduğundan bu bölgeye tarihte çok önem verilmiştir. Bir doğa harikası olan ve bugün pek kıymeti bilinmeyen Sarıseki Kanyonu, antik dönemden yakın tarihimize kadar (#BelenGeçidi açılana kadar) Yakın Doğu coğrafyasının İskenderun Körfezi’ne çıkış yoludur. Bu yol Amik Ovasından başlayarak #DarbıSakKalesi (#Trapessac) #ŞalenKalesi’ne (#Şıvlan #RocheGuillaume ) ardından Sarıseki Kanyonu’ndan #SarısekiKalesi‘yle sonlanan bir antik güzergahtır. Güzergahın son noktası olan Sarıseki Kalesi’nin eteklerinde yer alan #YunusSütunu bölgenin ilk haritalarından bu yana sürekli bu isimle anıldığı için gerçek amacını ve anlamını yitirmiştir.
Amik Ovası, İskenderun Körfezi arasında, Belen Geçidi henüz açılmamışken kullanılan güzergah : https://maps.app.goo.gl/1f71uveLCtgEuntz9
Yunus Peygamber Mit’i
Yunus Sütunu ismi sadece Müslümanlar tarafından değil Hristiyanlık tarafından da kutsal sayılan bir alan olup, günümüze ulaşan bazı haritalarda da #PillarofJonah ismiyle anıldığı görülmektedir. Hem Tevrat’ta hem İncil’de hem de Kuran-ı Kerim’de bahsi geçen konu ile ilgili bir çok tahmin yürütülmektedir, bir kısım kaynaklarda Yunus Peygamber’in kavmi itaat etmediği için (#Ninova) onları terk eder, bir gemiye biner o sırada çıkan fırtınanın rab tarafından geldiğini bildiği için, gemi tayfası onu suya atar, ardından fırtına durur. Başka bir rivayette (özellikle İncil kaynaklı kitaplarda) Yunus Peygamberi rabbinden kaçan bir peygamber olarak tasvir edildiği görülmektedir. Yunus Peygamber ile ilgili Kuranı Kerim’de Yunus ve Saffat Surelerinde bir takım ayrıntılar verilmiştir. Bütün ayrıntılar için: tr.wikipedia.org
(Bu bölümde yapının bugün ulaşabildiğimiz yazılı kaynaklarda yazılan kısmıylı işleyeceğim, ne yazık ki Yunus Peygamber ile ilgili bilgilerde özellikle bu bölgeyi gösterir veya ima eder bir kaynağa ulaşamadım.)
Septimus Severus Zafer Anıtı
Yunus Sütunu aslen bir savaş anısına dikilmiş zafer anıtıdır. İsmi #SeptimusSeverusTakı (tak: zafer anıtı) olup bu yapı ismini dönemin Roma İmparatorundan almaktadır. Şehrin giriş kapısı olarak (kaynaklarda Suriye kapısı veya Kilikya Kapısı olarak geçmektedir.) #SeptimusSeverus tarafından inşa ettirilen bu yapı tarihi kaynaklarda ‘Septimus Severus Takı’ olarak geçmektedir. Bir zafer anıtı niteliğini taşır ve şehrin giriş kapısıdır yapılış sebebi ise biraz ironiktir.
Bugün E-5 Karayolu, İskenderun-Adana Demiryolu ve Deniz arasına sıkışan Septimus Severus Takı
Bir Roma imparatoru olan, Septimus Severus’un M.S. 194 yılında #PescenniusNiger ‘i mağlup ettiği savaşın sonunda zaferini binlerce yıl yaşatması amacıyla diktirse de bugün bu alan ayakta durduğu halde bütün manasını yitirmiştir. Ülkemizden hem siyasi hem ekonomik olarak fersah fersah geride olan ülkelerde bile aynı döneme ait bir çok zafer anıtı ayakta durmasına rağmen bizim tarih kokan şehrimizin anıtı maalesef HİÇBİR amaçla kullanılmamaktadır. Yapının ve kendisiyle aynı kaderi paylaşın komşusu #SarısekiKalesi’nin makus talihi maalesef yılan hikayesine dönen askeri alanın boşaltılması konusudur. Bir türlü bitmek bilmeyen bu çile bizi tarihten ve doğadan koparmakta.
Fransa’nın başkenti Paris’teki Charles de Gaulle Meydanı’nda yer alan ünlü Zafer Takı (Paris)Roma’da yer alan Kostantin TakıAtina’da yer alan Hadrianus Zafer TakıLibya’da bulunan Marcus Aurelius Zafer Takı Libya’da bulunan Septimus Severus Takı Cezayir’de bulunan Caracalla Zafer Takı
Anıtsal Kapılar, tarihin ilk şehir örneklerinden bu yana kullanılmıştır. Roma’dan Libya’ya İran’dan İstanbul’a tarihteki bilinen bütün şehirlerde örneklerini görebilmekteyiz. Özellikle Roma döneminde sanat eserine dönüşen ve imparatorluğun gücünü temsil eden bu yapılar, bütün şehirlerde yaygın olarak kullanılmaktaydı. Bu yapılar heykeller, ithaf yazıları ve bazı olayları temsile eden figürlerden oluşmaktaydı. Bu örneğimizdeki gibi (Yunus Sütunu) bazı kapılar şehirler için değil, büyük bir coğrafyanın sınırlarına yerleştirilmiş, sınır kapısı görevi de görmekteydi. Genelde bir zaferin ölümsüzleştirilmesi amacıyla dikilen bu yapılar, genelde başka bir yapılardan bağımsız durumda bulunmamaktadır. Bugün halen şehirlerin, üniversitelerin ve hatta bazı büyük kamu yapılarının kendisine ait anıtsal giriş kapısı bulunmaktadır.
Bahsi geçen bu zafer anıtları ve roma şehir kapılarının bir çok örneği olsa da bugün binlerce yıllık şehrimizin HALA bir şehir kapısı olmaması bir yana, yanında bu durumu anlatır bir tek tabela bile bulunmamaktadır. Zaten yılların verdiği yorgunlukla tel tel dökülen bu alan, demiryolu ve karayolu genişletme çalışmaları sonucunda oldukça çok zarar görmüştür.
Kadim İskenderun şehrine bir çivi çakmak isteyen olursa benim tavsiyem buradan başlaması olacaktır, öyle ki yerel halktan da bazı projeler üretilmiş olsa da henüz bu düşüncelerimiz pek kıymet görmemektedir. Buraya yapılacak bir şehir kapısının bizlere muazzam bir hava katacağını düşünmekten kendimi alamıyorum, umut ediyorum bu alan için de güzel günler görebiliriz. Sizlere benim de bir önerim olacak hemen aşağıya bırakıyorum…
En kısa zamanda belgeselini çekip sizlere sunmaya çalışacağım… Selamlar, sevgiler.
Yeni bir seri ile şehrimizin tarihini anlatmaya çalışacağım, bu sebeple haritalar üzerinden hap bilgiler şeklinde sokak sokak, cadde cadde, mahalle mahalle şehrimizin tarihi ile ilgili sizlere bilgi vermeye çalışacağım. İnceleyeceğimiz haritaların bazıları şahsi arşivimde, bazıları arşivlerde veya kütüphanelerde bulunmaktadır. Kaynak göstermeye çalışacağım, çünkü bir çok harita online olarak ulaşılabiliyor, herkesin faydalanması her zaman tercihimdir. Yine haritalar ile söyleyeceğim diğer şey ise ‘çeviri hataları’ her ne kadar #İskenderun tarihini iyi çalışsam da bazı mesleki terimler veya harita bilgileri Osmanlıca, İngilizce, Fransızca ve Almanca olacak, bu sebeple çeviri hataları olursa lütfen bildirmenizi rica ediyorum, böylelikle benim çevirdiğim yanlışlıklar düzelecek bir yandan da sürece sizler de dahil olacaksınız.
İlk haritamızı pandemi sırasında açılan kütüphanelerden birisinden arşivime katmıştım, maalesef notunu almadığım için bu seferlik kaynak belirtemeyeceğim.
Harita, bugün İskenderun Numune Mahallesi yakınlarında bulunan ve henüz dekovil hattı, yerleşim vb tahriple yüzleşmemiş; Mezarlıklar, #Alexandrette harabeleri, dekovil hattına durak olacak Kahvehane, İbrahim Paşa Kanalı ve ünlü Pınarbaşı (su kaynağı) gibi alanları gösteriyor. He ne kadar görselde küçük bir alan olarak görülse de, şehrimizin tarihini öğrenmek adına şahsen bu çalışmaya büyük kıymet veriyorum.
Harita yaklaşık, 1900-1905 yılları arasına ait, bu bilgiyi ise yine haritanın kendisinden ediniyoruz. Dekovil hattının haritada görünmesi bu ve benzeri yapıların ortalama tarihinden yaptığım bir çıkarımdır. Yanlışım varsa affola 🙂
İnceleyeceğimiz alanı haritalarda enlem ve boylam bilgileriyle bulabilirsiniz. (36.5745 Boylam : 36.1677) Bu tepelik alan ve çevresi tamamen sit alanıdır (tescil olmayan yerler de bulunuyor malesef) Haritada numaralandırdığım alanları tek tek anlatacak olursak:
St. Georg Ruine (Aziz George Harabesi) bu harabe 1990’lı yıllarda son taşları da kaldırılan bugün Numune Parkı- Pir Sultan Abdal Parkı olarak bilinen alanda bulunan hıristiyan mezarlığı’nın güneyinde yer almaktadır, zaten haritada bu alan da ayrıca ‘FORT’ olarak işaretlenmiştir. Yine haritaya baktığımızda İskenderun’da uzun süre kurutulmaya çalışılan bataklık çalışmalarından biri olan #İbrahimPaşa kanalını ve o bölgede bir su kaynağı olduğunu görüyoruz. Bu incelediğimiz tepenin birazdan bakacağımız diğer kısmında da bir su pınarı bulunuyor. *Harabe tanımlamasına gelecek olursak, bir çok kartpostalda bu bölgede bir roma havuzu ve su kemeri görülmekte, benim çıkarımım bu ikisinden biri olduğudur. Yine yakın bir alanda bulunan #MacunzusKilisesi ve içinde bulunan mezar kalıntıları da ihtimaller arasındadır.
Kaffeehaus: (Kahve evi, Kahvehane) Bu alan Mert SANDALCI’nın da eserinde bahsettiği, benim de yakın zamanda anlatacağım Dekovil Hattı’nın yakınında bulunan, Roma kalıntısı olduğu iddia edilen ve dönemin insanlarının buluşma yeri olan sayfiye alanıdır. (eski haritanın üst kısmında bulunan Kaptan Yorgi’nin Kahvesini ikinci bölümde anlatacağım)
Ain Wahrscheinliche Ruine Alexandrette: (Muhtemel Antik Alexandrette kalıntıları) En sevdiğim kısım burası, bir kısmı mahalleye yani çarpık (oldukça çarpık) yerleşime yenilmiş, bir kısmı maalesef kendi kurumlarımız tarafından tahrip edilmiş, geniş kısmında çam ağaçları bulunan, güney cephesi ise maalesef #DekovilHattı ile bataklıkların kurutulması için toprakları alınmış, her köşesinde bir mağara mezar, kaya mezarları ve bütün yüzeyde seramik parçaları bulunan bir alandır. Bu alan aslen İskenderun Devlet Hastanesi (yeni hastane) ve hastaneden hemen arkasında yer alan yine içerisinde mağara mezar bulunduran dev bir nekropol alanıdır. Ve hatta bu mezarların bazılarında kazı yapılmış, şehrimizin yazarı Refik KİREÇÇİ’nin eserlerinde #Büyükİskender’in komutanlarının (#İssosSavaşı sonrası) bu mezarlardan birisinde yattığını rivayet etmektedir. Bu alanı karış karış gezdim, şuan kazı yapılmıyor olması şehrimiz için koskoca bir AYIP. İnşallah geleceğe bir avuç toprak kalmadan kıymetini biliriz.
Quellen Ursprungsort: (Su Kaynakları) Bugün #Hatsu tarafından kullanılan, bir kısmı başka alanlardan, bir kısmı ise bizzat oradan çıkan su kaynakları halen durmakta. Yani yakın mahalleler antik bir kaynaktan su içtiğinin farkında bile değil. İskenderun böyle bir şehirdir. Tarihin içinde yüzersiniz, fakat farkında bile olmazsınız. Çünkü: İskenderun bölgenin üvey şehridir.
Yesemek, Gaziantep ilinin İslahiye ilçesinde yer alır. İsmini bulunduğu mahalleye de vermiş olan Yesemek Taşocağı Ve Heykel Atölyesi, içerdiği eserler ve bölgeye sağlamış olduğu tarihi katkı açısından oldukça nadirdir. Osmaniye Kadirli ilçesinde yer alan, Karatepe Aslantaş Açık Hava Müzesi gibi Yesemek Açık Hava Müzesi de oldukça geniş bir alana sahiptir. Hazil Dağı’nın (Kurt Dağı) güney bölgesinin Karatepe sırtında yer alan antik atölyede (genel olarak bölgede -özellikle Hassa Leçelik bölgesinde- yoğun olarak bazalt ve diğer taşların renginden dolayı verilmiş bir isim) heykellerin büyük bir kısmı bugün kuzey yamacına baraj yapılan bir tepenin eteklerinde yer almaktadır.
Müzenin girişi
Yesemek kalıntıları ilk kez 1800’lerin sonunda #FelixVonLuschan tarafından fark edilmiştir. İlk kazıları ise Pr. Dr. Bahadır ALKIM tarafından yapılmıştır. Bugün yaklaşık 200 kadar heykelin bu dönemde ortaya çıkarıldığı bilinmektedir. 1990’lı yıllarda İlhan TEMİZSOY tarafından yapılan kazılarda heykel sayısı 300 e kadar çıkmıştır. Yesemek Açık Hava Müzesi bu kazılar ve araştırmaların sonucunda 2005 yılında Gaziantep Müzesi tarafından müze haline getirilmiştir. Müzenin özellikle taş ocağı kısmında yer alan ve henüz toprak altında çıkarılamayan eserler ile birlikte 400 üzerinde heykel taslağının bulunduğu tahmin edilse de yakın tarihte araştırma ve kazı yapılmamıştır.
Müze köy ile arasındaki bağı hiç koparmamış, böylelikle size hem doğa hem kültür yürüyüşü yapmayı sağlıyor.
Heykel Atölyesi’ne ulaşım oldukça kolaydır, konum olarak #Hatay #Kilis ve #Gaziantep illerinin kesişim noktasında bulunduğundan gezi güzergahınızı bu illere göre ayarlarsanız yolculuğunuz sizin için daha da zevkle gelecektir. Sizi yoracak kısım müzeye vardıktan sonra başlayacak, köy ile bağını koparmamış müzeye girer girmez tepenin eteklerinden zirvesine doğru çam ağaçları ve şırıl şırıl akan sular arasından, uzun soluklu bir yürüyüş yapacaksınız, bu yürüyüşünüz boyunca etrafınızda; kapı aslanları, oturan ve kanatlı aslanlar, savaş sahneleri kabartmaları ve diğer mimari parçalarını bulundukları doğal alanda inceleyeceksiniz. Tepenin zirvesinde büyük bir taş ocağından etrafa belirli belirsiz saçılmış onlarca henüz bitirilmemiş çalışmalar da yer almaktadır.
Hatay’dan Yesemek Açık Hava Müzesi güzergahı.
Gaziantep ve Kilis şehirlerden Yesemek Açık Hava Müzesi güzergahı.
2019 yılında yapılan çalışmalarda kentin doğusunda yer alan sur duvarlarından ve bazı kent kalıntılarından yola çıkılarak ‘bu alanda bir kent kurulmaya başlanıldığı’ fakat Hitit İmparatorluğu’nun son dönemine (MÖ 900/800 Geç Hitit Dön.)yakın olan bu inşa tamamlanamadan bitmiş olduğu tahmin edilmektedir. Bugün bulunan sfensk benzeri heykellerin bir kısmının başka şehirlere götürüldüğü bilinse de bir çok eserin kurulması planlanan şehrin mimarisi için kullanılmak üzere yapıldığı düşünülmektedir. Benzeri bulunmayan bu heykel atölyesi bugün bilinen bir çok Hitit kentine sfensk ve bir çok eser sunmuştur. Sadece günümüzde değil antik dönemde de oldukça az eşi bulunan bu antik atölyenin maalesef bugün kıymeti anlaşılabilmiş değil.
Yesemek Açık Hava Müzesi, antik dönemde taşıdığı önemin yanında heykelcilik adına, kesme ve şekil verme gibi bütün safhaların daha analiz edilmesini sağlamıştır. 2012 yılında Dünya Mirası Geçici listesine dahil edilen müzenin ziyaretçi ortalaması maaleesf çok düşüktür.(https://kvmgm.ktb.gov.tr/TR-44395/dunya-miras-gecici-listesi.html) Kalıcı listeye eklenmesi ile ilgili çalışmalar devam etmektedir.
#Yesemek Taş Ocağı’nın ve Heykel Atölyesi'nin #UNESCO Dünya Kültür Mirası Kalıcı Listesine alınmasına yönelik çalışmalar kapsamında bölge halkı ile birlikte lokal planlamalarımızı yaptık. Dünya’nın ilk açık hava müzesi ve atölyesi Yesemek’i önemli bir turizm noktası yapacağız. pic.twitter.com/b7dWpM6LRZ
Müzenin çevresinde birden fazla sulama kanalı çalışması bulunmaktadır. Aşağıda yer alan belgeselde görüldüğü üzere sulama kanalı inşaatı eserlerin oldukça yakınına gelmiş durumdadır. Bazı uzmanlar bu gelişmelerin ‘kalıcı listeye girme’ prosedürlerine balta vuracağını iddia etmektedir. Umut ediyorum, önümüzdeki yıllarda Hassa, İslahiye ve çevresinin de turizm konusunda gelişmeler göstererek buranın Hatay-Kilis-Gaziantep üçgeninde verimli bir turizm rotası olduğunu görebiliriz.
Maaleesf sulama kanalı inşaatı müzenin hem görünüşünü hem fiziki durumunu bozmuş durumdadır.
Yesemek Açık Hava Müzesinin yakınlarında yapılan sulama göletleri bölgeye oldukça büyük zarar vermektedir. Basında da oldukça yer kaplayan bu konuyla ilgili maalesef halen bir ilerleme kaydedilememiştir.
Karatepe Açık Hava Müzesine Pazartesi günleri hariç her gün gelebilir ziyaret edebilirsiniz, şimdilik bir ücret veya müzekart turnikesi bulunmuyor. Girişte bir amcamız bulunuyor bazı hediyelik eşyalar satıyor, kendisiyle mutlaka muhabbet edin gerçekten yüreği çok güzel bir amcamız 🙂 Sizlere aşağıda sunduğum belgeselimi Youtube’de beğenip kanalıma abone olursanız sevinirim 🙂 Saygılarımla.