” Hakikat aramakla bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır “
Beyazıd-ı Bistami
Türk ve İslam tarihinde de gördüğümüz gibi, Orta doğu ve özellikle Anadolu bir çok
medeniyetin ve inancın beşiği olmuştur, özellikle Anadolu ,her zaman ilimin, bilginin dünya üzerinde meşalesi olmuştur. Mevlana’nın deyişiyle ;
“Hak Teala’nin Anadolu halki hikkinda büyük inayeti vardir ve Siddik-i Ekber Hazretlerinin duasiyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete layik olanidir. En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanlari mülk sahibi Allah’in ask aleminden ve deruni zevkten çok habersizlerdir. Sebeplerin hakiki yaraticisi Allah, hos bir lutufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünni (Allah bilgisine ve sirlarina ait) iksirimizden (altin yapma hassamizdan) onlarin bakir gibi vücutlarina saçalim da onlar tamamiyla kimya (bakisiyla, baktigi kimseyi manen yücelten olgun insan); irfan aleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi (canciger arkadasi) olsunlar.”
Semavi dinlerin, birçok inancın ve felsefenin ana kaynağının ‘okuyarak öğrenme’ üzerine olması rastlantı değildir, rabbin yüce kelamı ‘kuranı kerim’in’ ilk emrinin oku olması ; iman etmenin, inanmanın yolunun öğrenmek ve bilmekten geçtiğini fısıldar. İlim öğrenmenin inancı sarstığı yanılgısına her insan düşmüştür, ama doğru olan şey ise bilginin inancın çivisi olduğudur. Ayrıca tarih boyunca bilim sunduğu detaylı bilgilerle bir nevi dinin açıklayıcı ve yardımcısı olmuştur.
Fakat yine de ; tarih boyunca, bilim insanoğlunun en büyük endişelerinden biri olmuştur, doğa olaylarını, dünyayı , evreni anlamak, manalandırmak için bilim her zaman, her insanı tatmin etmemiştir, kimi zaman toplumların mensup olduğu inanca ters düştüğü için, kimi zaman toplumun egemenliğini ele alan sosyal sınıf için, bilgiye erişmek en büyük korkuyu oluşturmuştur.
İlim sadece doğrunun öğrenilmesini istemeyen insanların değil, insanın kendi iç dünyasının doğru/yanlış seçiminde zorluk yaşamasına sebeb olur, kimi inançlarda insan nefsinin o inancın temelini oluşturan kurallara olan tepkisi de bu yüzdendir, ilmin ve imanın bir arada olamayacağı yanılgısı ilmin gözlem bağnazlığındandır, gördüğüne; fizik, göremediğine metafizik ismini verir. Ve hatta bilim adamları uzun bir süre ‘herşey bulunmuştur, bundan böyle icat olmayacak’ açıklamaları bile yapmışlardır. Unutmamak gerekir ki, lokomotifin mucidi insanoğlunun otuz km’den fazla hızda yolculuk yapamayacağını iddia etmiştir.
Hiç bilenlerle bilmeyenler bilenle bilmeyen bir olur mu?..” (Zümer Suresi, 9)
Gerçekliğini yitiren, zamanın ruhunu taşımayan diğer semavi dinlerin bilim ile arasında bir takım çelişkiler bulundurması ve bilimsel gelişmelere karşı durması da doğaldır. Hatta, İslam adına bir takım hurafeleri ortaya atanlarda aynı bağnazlığı gösterir. Oysa ki daha önce belirtiğimiz gibi gerçek din bilim ile karşıt değildir. Zaten içerisinde bir mantık çatışması bulunmayan İslam da hiçbir zaman bilime, ilme ve araştırmaya karşı olmamıştır, Bunun en net delili rahman’ın bir çok surede “ düşünmeye, ve bilmeye yöneltmesidir”
‘Gerçeğin bilgisini aramak, insan olmanın bir gereğidir’.Bu yolda; birçok insan öğrendikçe hazinesini genişletmiş, genişlettikçe bu hazineyi kendisinden bilmiştir, bilmek her zaman nefsin en belalı yollarından biridir.
Vi Veri Veniversum Vivus Vici
Gerçeğin gücü evreni fethettirir.*
Önce merak ederiz, meraktan icat oluşur, bu ise bilimi doğurur. Gerçek bilim, bizi bunların en temelindeki yaratıcı sorusuna götürür, o zaman soru giderek vücud bulur ve her insanın ilk aklına gelen en temel oluşur, yaratıcıyı aciz aklımızla ‘zaman ve mekan’ algısıyla anlamaya çalışmak… Kainatın bin bir süs ile sakladığı, özene bezene gizlediği sır perdesi olan ‘yaratıcı’ ‘yı bilim aynasıyla görmek, hiçbir çağda hiçbir inanışta, hiç kimse tarafından kolayca yapılamamıştır, Allah ın mülkü olan bilim i hiçbir emanetçi yolda bulmamıştır. “Görüldüğü gibi hakikat, entellektüel bilinçle kavranılamaz. Bu sır, çok kitap okuyarakta çözülemez.
“Okudum bildim deme, çok taat kıldım deme.
Eğer hakkı bilmezsen, bu boşuna emektir”
Her gerçek alimin yaptığı gibi Yunus Emre ; Bilgiyi ; gerçeğe ulaşmak için bir araç olarak görmüş ve bilgisine dayanıp gururlananları taşlamak için sürekli kendisini hep ‘bir şey bilmez’, ‘bir garip yunus’ olarak nitelemiştir.
‘Bizim Yunus’ aşağıdaki şiirinde belki de bize yıllar öncesinden bir mesaj göndermiştir. Okula gönderdiğimiz çocuklarımızdan yarın adına ne beklememiz gerektiği, üniversite yıllarında aldığımız eğitimin bize ne kattığı , öğretmeyi kendisine meslek seçmiş kişilerin insan gönlünü nasıl kendisine hedef seçmesi gerektiğini ilmek ilmek gönlümüze işler.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak’kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Dört kitabın ma’nisi
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Ma’nisi ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Yunus emre bize görmenin gönülde başladığı gerçeğini ve rabbin bir izzetle insana lütuf olarak
“sevmeyi” verdiğini ve bütün bu karmaşanın içenden ‘tevazu’ ipiyle kurtulunacağını anlattığını
görüyoruz.
“Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü,
yaradılmışı hoş gördük,
yaradan dan ötürü.”
İlimin ve bilginin rabbin mülkü olmasını kabul etmekten daha çok bunları kendi hazineleri sanan insanlar bilgilerini nefislerine bezeyip, her şeyi; katıksız, kitaplardan öğrenebileceğine inanan insanlar, ilimin izzetinin farkında olamayıp, bilgiyi egolarının kölesi yapma gafletine düşerler.
Bir uğraş, zanaat veya meslek olarak ilmi ve araştırmayı seçen insanlar altın dağlarının üzerinde oturup, odun arayan gezginlere benzerler. Ne uğraşları bir kazanç getirir, ne gözlerinin körlüğünü geçirebilirler.
Bin bir icat, kolaylık ve teknolojik yeniliklerle, sayfalarca dokümanlarla, binler, yüzbinlerce öğrenciye konferanslar , söyleşiler yaparak, bir tek kişinin kalbine inmeye, gönlünde bir filiz bitiremeyişimize inat, Rahman’ın lütfunu dağlarda, taşlarda, çöllerde bulmuş veliler insanın içindeki ışığın, nurun fitilini yüzyıllar önce tek başlarına , birkaç dizeyle ateşleyebilmişlerdir. Örneğin aşağıdaki dizede Yunus Emre bize ; yaradanın arşa varan gizemini ; engin bir bakışla, benliğin sırrını öğrenmenin , tevazuyla gelebildiğini işaret eder.
“Ben ayımı yerde gördüm,
ne isterim gökyüzünde
, Bana rahmet yerden yağar,
benim yüzüm yerde gerek.”
Bugün kim olduklarını bile bilmediğimiz, sınavlarda çıkar diye öğrendiğimiz icatların sahipleri olan zatlar ; Bazen bir mum ışığında evrenin gizemini , bazen bir bedevi çadırında aşkın güzelliğini. Bilmenin, bilmediğini bilmenin, cahilliğini görmenin, bilginin ana kaynağının yaradan olduğunu bildiğinden kendine cahil diyebilmenin faziletini bize göstermişlerdir. Rabbin mesajının evrensel olduğu gerçeği, hiçbir zaman teknolojiye doğru orantılı olmamıştır. Şartların en kötü olduğu, iletişimin en zor olduğu zamanlarda, gönüllere giren sözler yine hakikati gönül gözüyle ileten alimlerin elinde canlanmıştır.
“Ben size şunu söyleyeyim: dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size
açılacaktır.” Yeni Ahit/Luka 11:9
Hakikat bilgisi, göz ile aranmaz, gönül ile bulunur. Bulduğunda ne yapacağın sorusunun
cevabı ise insanın kaderiyle, seçimleri arasındaki çatışma ile ilgilidir.
İnsanoğlu, İlimin zirvesine çıktıkça, nefsin çukuruna düşecek midir ? Bu yaradılışımızın en kadim sorusudur.